23 Aralık 2008 Salı

Melâmet Hırkası


Ref oldu hicâb-ı şâhid-i raz
Aşk oldu melâmet ile demsaz

"Sır gelininin duvağı açılınca aşk ile kınanmışlık birbirleriyle aynı dili konuştu
" demeye getiriyor.

Ben aşık oldum, biliyorum insanların kınayışlarını. Hiçbir din yasaklamamış aşkı, hiç bir bilge yahut öğreti de. Ama biz kendimize yasaklamışız nedense. Hıristiyanlık tarihi aşkın yüz karasıyla çalkalandı asırlarca, aşık oldu diye engizisyonlarda yargıladı insanları, içlerindeki şeytandan arındırmak için ruhları yaktı. Müslümanlar da ayıp saydılar aşkı ve hâlâ ayıplıyorlar âşıklarını. Onlar için varsa yoksa "mecâzi aşk". İki kalbin, hadi diyelim iki bedenin birbirini sevmesinde ne kötülük olabilir sence? En akıllıları hep mecâz aşkı, hep Tanrı'ya olan aşkı övdüler yüzyıllarca. Şairleri de zaman zaman buna çanak tuttular üstelik. Şimdi İstanbul'da aşktan bahseden herkes minareyi çalmışcasına mistik bir kılıf hazırlıyor. Aşka medhiyeler düzenleyen şairler alkışlanırkeni bizzat aşık olanlar ayıplanıyor.

İşte bu yüzden aşk ile melâmet (kınanmışlık) eski bir şark töresidir. Buna göre âşık, önce aklından kurtulmalı ve gönlünü ön plana çıkarmalıdır. Akıl henüz insana hükmederken aşkta yücelmenin yolları kapalı durur. çünkü akıl insana dünya ilgilerini, sevgili dışındaki varlıklarla ilişkileri ve onları önemsemeyi telkin eder. Oysa âşık, sevgiliden başka en ufak bir şeyi önemsediği zaman gerçek aşka eremez. Sufiler bu yüzden önce nefslerini öldürürler, âşıklar da akıllarını.

Aklın ve nefsin ölmesi için de âşığın ayıplanması gerekir. Çünkü insan egosuna en ağır gelen şey kınanmaktır. Melâmîler sırf bu yüzden, yani egolarından kurtulmak için kınanmayı isterler. İnsanların onları kınayacakları biçimde davranmaları da, kınanacak giysilerle dolaşmaları da bu yüzdendir. İnsanlar onları kınayarak kendilerinden uzaklaştırıp çevrelerinden kovdukça onlar yalnızlarını Tanrı ile paylaşırlar; yani seven; gerçek sevgiliye yönelir. Tıpkı bunun gibi, âşıklar da aşka yeteneği bulunmayanlar tarafından kınanırlar.


Âşıkların akıl dışı hareketler yapmaları, aşk yüzünden çılgına dönmeleri, akıllarıyla değilde duygularıyla hareket etmeleri, tavırlarındaki değişim v.s. insanlar tarafından kınanmalarına yol açan. Tıpkı bu öyküdeki Kays (Mecnûn) gibi. Hani Leyla'ya âşık olunca deliriyor ya! O delirince halk onu dışlıyor da hani o da çöllere kaçıp gidiyor, bir dağ delisi gibi yaşıyor ya! Onu ayıplardıkları için Leylâ'ya âşık olunca deliriyor ya! O delirince halk onu dışlıyor da hani o da çöllere kaçıp gidiyor, bir dağ delisi gibi yaşıyor ya! Onu ayıpladıkları için Leylâ'yı vermiyorlar ya hani! İşte böyle bir melâmet. Kınanarak yüksek derecelere ermek. Öyle ki, Kays da delirerek yüce makamlara erişti. Onunkisi öyle bir delilik idi ki; binlerce akla bedel gösterildi.



(İskender PAL A - İstanbul'da Aşk Babil'de Ölüm kitabından Sayfa:116-117)

Gemide


"bi memleket gibidir gemi...herşey düzenli ve kontrol altında olmalıdır, kaidelere uyulmalıdır, kanunlara, nizamlara... ben de bu memleketin baş şeyi gibiyim, başbakanı gibiyim mesala. herşey benden sorulur!?.. denize çıktım mıydı, bu küçücük gemi bi memleket oluverir. aslında bi başbakandan daha çok görevim var, çünkü onun adamları var, bakanları var, falanı var filanı var, benim yok!?.. bu gemide güvenlik de, egitim de, sağlık da, eğlence de benden sorulur. kamil de başbakan'ın en kıyak yardımcısı...siz de vatandaş... aynı zamanda memur gibisiniz... bu yüzden çok kıyak, çok disiplinli ve çakı gibi olmalıyız!... sürekli kendimizi ve birbirimizi kollamaliyiz!"

4 Aralık 2008 Perşembe

Polonya' da, trafik kazalarını önlemek için
başlatılan kampanya kapsamında
bu vtr gösteriliyormuş tüm kanallarda....

30 Kasım 2008 Pazar

Önce "aşk" vardı
-hayy-
Sonra "söz" geldi
-huu-
madde oluştu,vücuda geldi
-nefs-
ruhum aşktı
-çeşm-
bedenim sözdü
-yek-
dem: aşk söz dinler mi?

ö.e

Latife Tekin'den sonra...

Bu boş bir sayfa değil. Bu boşluktur. Eğer boşluğa yazarsanız işte o zaman sınırsız şeyler yazarsınız.” dedi Latife Tekin.
Ben de düşündüm ki :
"Daha önce benzerlerinin varolduğu ama kendisinin hiç meydana gelmediği bir düşünce; gerçekte var olmasa da aslında var olan onun yokluğudur ve insan bu düşüncenin yokluktan varlığa geçişinde sadece bir araçtır. Bu düşüncenin varlığa geldiğinde ulaştığı noktada onu karşılayabilmek için; gördüğümüz ve duyu organlarımızla algıladığımız bu hayattan sıyrılmalıyız. Ama nasıl?
İşte insanoğlunun ilk araması gereken şey bu! Belki “telvin” diye adlandırılabilir ama bu ruh durumuna bir ad koymasak da anladığımız, bildiğimiz, belki yaklaştığımız, belki hissettiğimiz ve adını koymakta hep zorlandığımız bir hal olacak, hep içimizde bir yerlerde bizi rahatsız edecek!
Bir karakter, bir kahraman yaratmak çok basit olabilir. Ama işin zor tarafı o karakterin fiziki durumunu yarattıktan sonra içini doldurmaktır. Onun oraya yazılmasını sağlayan neydi? Onu diğer roman karakterlerinden ayıran ve hatta yaşayan insanlardan da ayıran özelliği neydi? Neden oradaydı?
Peki bir roman karakterinin “neden buradayım” sorusunu sormaya hakkı var mıydı?
Roman karakterlerinin seçim hakkı var mıydı?
İşte eğer yazan sadece yokluktan varlığa geçen düşüncelere aracılık yaptığının farkındaysa ya da işler bu şekilde yürüyorsa; o zaman her roman karakteri seçimleriyle oradadır ve seçimleri sonucu oluşagelen olayları yaşamaktadır. Roman,içinde gelişen olayların tetiklediği yeni olayları anlatmıyorsa bu boşluğa yazılan değil; birinin birine yazdığı ya da birinin kağıda yazdığından öte bir şey değildir.
Ağrı Dağı Efsanesi’nde baş karakterin; aşkına kavuşmuşken, artık hiç bir engel kalmamışken tek bir sebepten ötürü; yavuklusunun onu kurtarmak için verdiği bir tutam saçı verdiğinden ötürü ve kahramanın bunu bilmemesine rağmen; onu kurtarmak için yavuklusunun kendinden bir şey verdiğini sezmesi yalnızca sezmesi üzerine her şeyden vazgeçmesi; tercihini yapan yazar mıydı? Karakter miydi? Yoksa böyle bir karakter böyle bir durumda yalnızca böyle mi yapardı? Yani bu, ne yazarın ne karakterin seçi miydi belki de...
O yüzdendir ki romana, “gerçek” gibi ya da “saçma” gibi nitelikler ve eleştiriler yüklemek anlamsız olacaktır eğer roman boşluğa yazılıp bu hayat gibi boşluğu dolduran, doldurabilen bir romansa. "

Özdaş Eroğlu
2007 Mersin

29 Kasım 2008 Cumartesi

http://www.allaturca.net/ 'ten alıntıdır. Paylaşanlara minnetle teşekkür ederim...


Kopuz'dan Perdesiz Gitar'a Bir Özgürlük Arayışı: Erkan Oğur



Kopuz'dan Perdesiz Gitar'a Bir Özgürlük Arayışı:


Resim
ERKAN OĞUR


Müziğin salt görsellikle bezeli şölene, pazarlanabilir metaya ve bu sürecin çıkış kapısında da modern bir aldanım aracına / illüzyona dönüştürüldüğü ahir zamanımızda böylesi popüler yönelim ve eğilimlerden geri/içeri çekilip bu onurlu duruşu simgeleştiren kaç müzisyen kaldı ki aramızda.

Her ne kadar müziğin metalaşma sürecini 70'lerle birlikte soluklasak da gerçek mevzisini popüler müzik bizde 1990'larda buldu denilebilir. İşte o günden bu güne ilkelerin, kaygıların ve etiğin dibe vurduğu yoz bir tarih yazılıyor ne yazık ki müziğimiz adına.

Bütün bu irinli eğilim hızla müzik camiasına yayılırken , yozlaşma sürecinin dışında durmayı tercih eden, kendisine steril bir alan oluşturan ve dışarıda duruşu ile bana göre bir karşı koyuşu, statükonun (müzikal iktidarın) tahriklerine rağmen sivil itaatsizliği, hadi daha da ileri gidelim belki de bir yeraltına çekilimi içselleştiren onurlu birkaç isim 'yenilgileri' ile karşımızda durmaktadır.



Resim

Ses Evreninde Bir Keşif : Perdesiz Gitar


"Harput'a çıktım / Baktım oyun bitmiş
Perde kapanmış / Ben şimdi perdesizim
O ki Harput'un ve bizim ? Ölümümüz var
Her şey boşuna " (1)

1976 yılında Erkan Oğur gitarındaki bütün perdeleri kaldırıp atar. Çünkü perde sınırlandırılmış, kodlanmış, verili, tekrar edilen bir yaşamsal döngüyü imlemektedir. Oysa enstrümanın üzerindeki bu perdeler ortadan kalkıp mevcut işlevselliği imha edilince yerleşik seslerin aksine sonsuzluğa koridor aralayan müthiş bir ses evreni doğmaktadır icracının önüne. Dolayısı ile özgür, özgürleştirici ve aynı zamanda bakir bir alan, deneysellik ve tahayyûl... Oğur işte bu özgürleşme arayışının şahikasında enstrümanın üzerindeki perdeleri söküyor ( yani bir anlamda yerleşik, statik ve sınırlandırılmış olana karşı red sunuyor ) ve "perdesiz gitar" dediği o efsunlu , gizil ve çağrışımlı sesi keşfediyor. O çağrışımlı varoluş ile amacı Türk müziğinin makamsal yapısına, koma seslerine girebilmek ve improvisation (doğaçlama) ile anlatım gücünü geniş havzaya yayabilmek ve belki de en önemlisi "her şeyden bağımsız bir müzik yapmak"(2)tır.

Buradaki "bağımsız" kelimesini ayırıp/önemseyip üzerinde biraz durmamız gerekiyor bence. Çünkü "bağımsızlık" anlaşılacağı üzere özenle, özellikle, kasıtlı olarak tercih edilmiş, arkasında bir dünya kavrayışı, zenginliği ve duyarlılığı da taşıyan ve sanki üzerinde konuşulmaya bizi çağıran bir coşku. Her şey dediğine göre insan özgürlüğünü manipüle eden, daraltan obje, kavram,düzen, düzenek, kurum, kuruluş,ideoloji, siyasa, statüko, grup, cemaat...ne varsa hepsini anlamamız gerekiyor. Buradan hareketle Oğur için "bağımsız sanatçı" kavramını geliştirebiliriz. Mevcut müzikal organizma ile popüler anlamda bir ilişkilendirmeyi onun için yapamayacağımıza göre ve sanatçıyı kurulu iktidara bağımlılaştırmaya götüren önde durmak, vitrine çıkmak, maddi getiriyi birincil amaç edinmek gibi güncel kaygılarının da olmadığı dikkate alarak bağımsız sanatçı kavramının membaına hiç tereddütsüz O'nu oturtabiliriz.

Resim


Bu "bağımsızlığı" önemsiyorum çünkü müziğin metalaşmasıyla ilkelerin ve etiğin buharlaşması, daha çok satma, üründen pazar oluşturma, herkese/genele hitap etme gibi popüler yozlaştırıcılar sanatçıyı var olabilmesi için mekanizmaları ellerinde tutan holding, kurum, şirket, siyasa gibi yerleşik organizmaların yedeğine çekip edilgen sanat eylemi düzeysizliğine indirgemektedirler. İşte bu popüler kapana karşı koyuşu deneyebilen, yapılanmanın kirmenmiş ilişkilerinden beslenmeyi tercih etmeyen nadir "sivil" sanatçılardan birisi O.

Erkan Oğur çocukluk dönemini geçirdiği Elazığ'da bir dikiş makinesi mağazasında annesiyle birlikte gördüğü kötü, fabrikasyon bir Bulgar gitarı görür. Israr eder ve o gitar alınır. Müzik denilen o cazibeli yolculuk başlamıştır böylece. Yıllar sonra yüzünü Türklere dönmesinde kuşkusuz köklü ve etkileyici bir derinliğe sahip olan Elazığ/Harput folkloru ve türkülerinin belirgin etkisi söz konusudur. "Benim okulum, Elazığ'da geçirdiğim çocukluğum, orada yaşadıklarım,ailem, akrabalarım, bir iki arkadaşım, öğretmenlerim köy düğünleridir, oraların havasıdır, suyudur"(3) derken de bu tahrik edici otantizmi işaret etmektedir. Elazığ/Harput müziğinin bir ana damar olması ve besleyici bir ambar gibi sürekli devinim halinde yaşaması / yaşatılması, usta/çırak ilişkisinin halen devam etmesi, icra bakımından bağlamanın yanında klasik Türk müziği içerisinde kişilik bulmuş enstrümanların da (ud, cümbüş, kanun, klarnet gibi) dominant unsur olarak kullanılması ve farklı kültürel akışkanlığın geçişken bir kültürel havza oluşturmasının zenginliği, müziğe koşan bir çocuk için ne denli besleyici yapıdır hiç kuşkusuz. Harput müziğini yatağında büyürken arkadaşı olan Bülent Ortaçgil'den de İstanbul'a gidip geldikçe Batı müziğini öğrenir. Hatta Ortaçgil bir söyleşisinde Oğur için "Beslendiği yerlere hiç sırtını dönmedi, inkar etmedi ama orasıyla da yetinmedi. Uzun zaman orayı unutmuş gibi göründü, sonra o beslendiği yerlerin türkülerini bir daha çalmaya kalktığı zaman bambaşka bir tavır la çalmaya başladı"(4) demektedir.

Resim


İşte o bambaşka tavır piyasa koşullarının yönlendirdiği edilgen oluştan sıyrılış, bireysel tavrı anlamlandırış, gürültünün, kaosun, yapaylığın içerisinde yalınlık, sadelik, içtenlikten başka bir şey değil. Aslanda türkülere abartısız bir alt yapının üstüne okumakta. Yani genelin tercih ettiği gibi karmaşık enstrüman çöplüğü, zenginleştirilmiş, albenisi oldukça bol bir aranje yerine sanki o türkünün üretildiği ilk mekan ve zamandaymışsınız gibi müzikal ve tarihsel yolculuğa çıkılıyor. Her şey akustik. Otantizm belirleyici tek unsur. Her türkü okuyuşta derin hüzün, durgunluk ve dinginlik evine birer birer kapılar açılıyor.

Türküyü seslendirmenin ve profesyonel sunumun ötesinde, eserin ne söylediğini içselleştiren, tematik çoğalıma çağıran, vokal/enstrüman/söz ile bütüncül bir yaklaşım deneyerek bir yaşam felsefesi, dünya ve varoluş tasavvuru bilincine çekiyor dinleyicisini.

Okan Murat Öztürk ile çalıştıkları "Hiç" isimli albüm bence bu bilinçli çekimin artık müzikal bir tavıra dönüştüğünün en manidar göstergesi. Derviş meşrep, az konuşan, az görünen, türküyü dahi okurken sanki dışarıya değil de, vücudunun/varoluşunun içine doğru okuyan bir edayı hissettiren duruşun dönüp dolaşıp albüme (aslında dünyayı kavrayışına) verecek ismi "Hiç"te karar kılması hiç de şaşılası değil. Buradan gerçekte tasavvufa aralanan bilinçli bir pencere görünüyor. Albümde yer alan Muhyiddin Abdal'ın "Zahid Bizi Tan Eyleme", Pir Sultan Abdal'ın "Güzel Aşık Cevrimizi", Kul Nesimi'nin "Yüzün Gördüm Dedim" gibi tasavvufi algılayışa denk düşen eserleri tercih etmesi de kanımızı güçlendiren bir durum. "Hiç"lik aslında O'nun yaşamsal öngörüsüdür. Ki kendisi de bir söyleşisinde "Kaderciyimdir, üzerine gitmem bir şeylerin"(5) derken bu uysal, ihtirassız, nefisten, dünyeviliken uzak ve neredeyse münzevi bir yaşamı tercih ettiğini mütevazi, iddiasız kelimelerle dile getirmektedir. Her şey hiç olabilmektedir/olabilmelidir. Perdesiz gitarın içerisinde de bu tılsım saklı sanki. Epeyce dingin, uysal, ağırbaşlı, yumuşak, bağırmadan, rahatsız etmeden, içerisine doğru melodilerini gönderen ve okşar gibi çalınabilen bir enstrümandır. Ve bu, hüzün ve suskudan başka bir şey değildir.

Erkan Oğur Ankara Üniversitesi'nde başladığı fizik eğitimine Almanya'da devam eder. Bu arada klasik gitara yönelir. Ve kalbi sürekli ayartan müzik sonunda üniversiteyi bıraktırır O'na. Kübalı klasik gitarist Oscar Cesares'in seminerine katılır. Seminerde gitar için kendisinin düzenlemeler yaptığı "Bu dere baştan başa ayvalı bağ" isimli Elazığ türküsünü çalar. Ve Cesares, öğrencisi olması için Paris'e davet eder Oğur'u. Üç ay sürer Paris macerası. Çünkü klasik gitarcı olmadığı gerçeğiyle yüzleşmiştir orada. 1980'de Türkiye'ye döner ve Türs Müziği Konservatuarına girer.

Resim


1994 yılında Frethless (Perdesiz) isimli albümünü yapar, ama Türk yapımcılar pek yanaşmaz bu çalışmaya. Daha doğrusu çalışmanın ne söylemek istediğini, neyi ispatlamaya yol aldığını kavrayacak donanımdan acizdirler. Frethless genel olarak enstrümantal bir çalışmadır ve deneysel nitelikler taşımaktadır bünyesinde. Hele geleneksel müziğini "söz" üzerine kuran bir kültürün,"saz" eserleri bağlamındaki azlığı göz önünde bulundurulur ve hatta "Bugün bile Türk musıkisi repertuarının yüzde doksan beşine yakını sözlü eserlerden oluşur"(6)ken Oğur'un bu enstrümantal çalıyması ve deneysel yolculuğu müziğimizin ufkunu açmak bakımından oldukça önemlidir oysa. Frethless albümü perdesiz gitarın neler yapabileceğini ispata ve iddiaya kalkışmak açısından da ciddiye alınması gereken bir üründür ve Almanlar önemsediği için, Türkiye'de dinleyiciye sunumundan altı yıl önce Almanya'da gün yüzüne çıkmıştır.

Oğur'un bütün çalışmalarını göz önüne alırsanız, yeniden üretimden ziyade bir geriye dönüş, bakış, etsiye dokunuş ve ruh üfürüş hissetmek mümkün genel olarak. Zaten bir söyleşisinde "En yeni müzik, en eski müziktir...En yeni müzik tabiatın kendisi, bebek ağlamıs, insan haykırışı"(7)derken şimdiki an'dan kopuşu, yüzünü geçmişe dönüşü ve zihnî bütün mesaisini oraya verişi anlamamızı ister adeta. Modernitenin/ yaşanan zamanın parçaladığı bilinçle dolaşın modern bireye dinginlik ve sadelik bezeli kurtarılmış bir alan sunuyor sanki çalışmalarında. Kaotik kent kurgusu içerisinde her şeye bağımlılaşan bireyi otantik bir düş evrenine çağırıyor gibi. Ritmin, hızın,yüksek teknolojinin, gürültünün, gösterinin çağında ve müziğinde O tam tersini deneyerek / red sunarak geri çekiliyor.


Resim

Geçmişten Gelen Tılsım : Kopuz


Perdesiz gitarın dışında Oğur için bahsedilmesi zaruri ikinci konu kuşkusuz, eski bir Orta Asya enstrümanı ve "Şimdiki bağlama ve divan sazının atası olan"(8) kopuz'u yeniden keşfetmesi ve öznel icra tekniği ile işlevsellik kazandırmasıdır. Oğur'dan önce tabiî ki ülkemizde kopuz'un çalındığı, yaşatıldığı yerlerden bahsedilebilir, ancak Oğur kopuzu lokal bir enstrüman olmaktan çıkarıp, albüm kayıtlarına sokarak binlerce yıl öteden mistik bir sesi getirmiştir adeta bugüne. Onun da ötesinde enstrümanın sınırlarını zorlayarak ve geleneksel, statik kopuz çalma şeklinin ötesine taşarak yeni bir ses yakalamıştır. Ve dikkatle bakılırsa bu ses Oğur'un kişisel tavrı gibi iddiasız, suskulu, kendi halince, mütevazı ve geniş hüzün yoğuran bir ses ülkesidir.

Kopuzu tercih ediş de bir geriye dönüş aslında. Anlayacağınız o ki Oğur yaşanılan zaman dilimi ve boyutundan sürekli kaçacak. Masumiyet ve mahremiyetin tüketilmediği çocukluğuna, türkülere ve atalarının enstrümanına yüzünü çevirecek. Bir anlatım biçimi / dili olarak müzik O'nda moderniteden uzak duruş, özgürlük arayışı ve bireysel tavrı kutsayış şekline dönüşmüştür artık.

Ve Eşkıya filminin müzikleri... Filmdeki asıl karakter olan Eşkıya ile Oğur'un kişisel duruşu arasında müthiş bir geçişkenlik var bence. Giysilerinden, söyleminden, güncel telaş ve hayattan kopuk, suskun oluşundan, bilgece tavrına kadar Oğur'la tamamıyla bütünleşen bir karakter. Müzikler de öyle. Dingin tınılarla yüklenmiş, bilgelik ve sezgi kapısı acık bırakılmış bol çağrışımlı melodik bir düşsel yolculuğa çekiliyorsunuz film boyunca.

Hayatın yerleştirdiği mevzi "Bir Ömürlük Misafir"den öte bir şey değil sanki. Bütün müzikal dolaşımı ve evreni yorumlayış genişliği bu ana omurga etrafında çoğalıyor. Yaşama ait belirleyicileri misafir olduğu ömürde çok önemsemeyen sufî bir varoluş da denilebilir buna. Kaldı ki "ömür içinde misafir olma",ancak sufîce bir yörüngede tartışıldığı zaman gerçek anlam örgüsünü verebilir.

Kendisini pazarlayan, görselliği önceleyen, popülariteye koşan bir seyirden ziyade geride duran, enstrümanı üzerine yürüyen ve hatta "Ben daha ziyade bu işleri yapmaya utanırım.Yani çalmaya, söylemeye.Bu yüzden hep birilerine eşlik etmek durumunda kaldım"(9) deyip bizi şaşırtabilecek kadar mütevazı bir sanatçı olarak müziğimiz adına kalıcı ürünler bırakarak ilerliyor Erkan Oğur.

Resim


Dipnotlar
1-Erkan Oğur. Elazığ Musıki Konservatuarı Dern. Hab. Bült. Mart 2000. sayı 2
2-Serhan Yediğ.Erkan Oğur'la söyleşi.Hürriyet/ Cumartesi eki.23.12.2000
3-Erkan Oğur. Bir Ömürlük Misafir kasetinin kapağından. Balet Plak.1996
4-Bülent Ortaçgil ile Derya Bengü'nün söyleşisi. Roll. Ekim 1998.sayı 4
5-Nazan Özcan ile Erkan Oğur'un söyleşisi.Radikal İki.30.07.2000
6-Cem Behar. Saz Ve Söz. Zaman.04.08.2000
7-Nazan Özcan ile Erkan Oğur'un söyleşisi.Radikal İki.30.07.2000
8-Mahmut R. Kösemihal. Musıki Mecmuası. Kış.2000. sayı.467
9-Erkan Oğur ile söyleşi.Müzikalite Dergisi. Bahar 1997. sayı 2

(Kavram Karmaşa, 26. Sayı)

Ne kadar zengin olsan ancak yiyebileceğin kadar yersin.
Denize testiyi daldırsan, alabileceğin kadar su alırsın, gerisi kalır.
- Hz. Mevlânâ -





20 Kasım 2008 Perşembe

İlkel bir abartma duygusunun günümüze kadar gelmiş hali midir aşk?



Herşey bundan dokuz bin yıl önce bu topraklarda başlamıştı. Ana Tanrıça'yı bilirsiniz. İki yanında birer pars, bacakalrının arasında bir çocuk olan şişman ilk kadın tanrı. İnsanlığın ilk tanrısı. Anadolu'nun eski insanlarının onu neden tanrı olarak seçtiklerini biliyor musunuz? Çünkü erkekler kendi dölleyici rollerinin farkında değillerdi. Kadınları dölleyen şeyin rüzgar,yağmur,ırmak, yani doğa olduğunu sanıyorlardı. Bu düşünce o zamanlar için hiç de yadırgatıcı değil. İnsanlar kendilerini doğanın bir parçası olarak görüyorlardı. Doğumu bir büyü, bir mucize sanıyorlardı. Kuşkusuz bunda o dönem anaerkil sistemin yaşanıyor olmasının da payı vardı. Ama asıl etkili olan konu üremenin bilinmemesiydi. İşte bu bilinmezlik, insanlığın ilk tanrılarından birini Ana Tanrıça'yı yarattı. Bu düşünce öylesine etkiliydi ki, ataerkil düzene geçildikten sonra da Anadolu'da tanrıça kültü sürdü. Örneğin bizim ataerkil Hititler, Fırtına Tanrısı Teşup gibi erkek bir tanrıya sahip olsalar bile, Güneş Tanrıçası Hepat'tan ve Tanrıça Kupaba'dan asla vazgeçmediler.
Aşk da tıpkı Tanrıça gidibir; yani muhteşem bir yanılsamadır. Öncelikle erkeklerin icadıdır. Erkeğin açmazı da budur işte. Bir yandan kadın kendine ait olsun diye aileyi kurar, öte yandan gözü komşusunun karısında kalır. İlyada'daki Paris'in Helen'i kaçırmasını anımsayın, Ortaçağ'daki şövalye aşklarını anımsayın. Ama kadınlar için durum daha vahimdir. Çünkü anaerkil dönemde bir çok sevgilisi olan kadın, ataerkil dönemde bir erkeğin malı olarak evine hapsedilmiştir. Onun gözünün de komşunun kocasında, oğlunda kalmasından doğal ne olabilirki? Ama bu istek yasaktır, günahtır,ayıptır. İşte aşk kafandaki ideal kişi olduğunu sanarak, tutkuyla bağlanmaktır. Aradaki engeller ne kadar artarsa bu yanılsama o kadar tutkulu olacaktır. Nasıl tarih öncesi atalarımız doğum olayını çözemedeiği için kadınlardan tanrı yaratmışsa, biz de yolumuzun kesiştiği birini yaşamımızın vazgeçilmez kişisi sanarak, neredeyse ona tapınmaya kadar varan bir bağlılık yaratmışız. Kanımca aşk, o ilkel abartma duygusunun günümüze kadar gelmiş halidir.


Ahmet ÜMİT 'PATASANA' adlı kitabından ....

31 Ekim 2008 Cuma

orjine yaklaştıkça


Geçen zamanla birlikte değişim yine gösterdi kendini. Ne kaçmaya çalıştım, ne durdum bekledim. Değişim zamanın olağan akışında görünür hale geldi. "Bu ânâ değin ta kâl-ü beladan / Haberimiz vardır her maceradan". Ezel'i düşünmeye başladım, bugünü duyumsamak için. Geçmişle geleceğin ne farkı var? Biri benden önce biri benden sonra; bu mu fark? Ben o zaman geçmiş ve geleceğin tam ortasında durmuş yaşıyorum. İsteklerim, amaçlarım var; hayallerim, planlarım var; mutluluklarım ve hüzünlerim var; geçmişten gelen geleceğe giden. Ve dönüp dönüp baktığımda geçmişe zamanı hiç kontrol edemediğimi düşünüyorum bir tek kararım dışında. Kendi kararlarını verince insan ânı kontrol altına alıyor demektir.
Çok şey değil istediklerim bir can olarak. Gerçi istemek nedir? Neden ister insan? Ben istemeyi sevmeye bağlıyorum. Bu hayatı yaşayamamaktan korktukça daha bir sarılmak istiyorum kendime, isteklerime, ideallerime. Aklıma güveniyorum, cesaretimi sınamak ve başarılı olmak istiyorum. Başarının getireceği mutluluk bir esintiyle, bin esintiyle yıkılmaz. Başarıdan sonraki başarısızlık bile artık gölgeleyemez başarıyı.
Şimdi geçmişle geleceğin tam ortasında benden hariç ne varsa bana yardımcı olsunlar istiyorum. Şımarıkça bir istekten çok bu bir temenni, bir dilek. Mucizeleri görmekte zorlanmayan gözlerim bu kendiliğinden düzene giren zamanı da görecektir elbet.
Bu hayat içinde yaşamak istediğim hayatın hâlâ yaşanmıyor olması, bu isteiğimin gerçekleşmesinin dizaynının galiba biraz zor, zahmetli, teferruatlı ve karmaşık oluşundan. Çünkü beynim istekleri ilkin hiç kendi adına istememişti. Bu hayatın benim istediğim gibi olması demek; belki bir çok insanın, bir toplumun, bir nüfusun ve hatta dünyanın bile değişmesi demekti. Ve şimdi anlıyorumki dünya başka bir değişim içinde ve bu değişim benim değiştirebileceğimden daha güçlü.O yüzden isteklerimi kendi çapım dahilinde tutmaya karar verdim. Hala içimde bu bencillikle savaşan bazı sesler olmasına karşın bunun böyle olması gerektiğini söyleyen daha somut ve daha güçlü sesler amaçlarıma ulaşıncaya dek daha baskın olacaklar.

Artık ilk önce bu hayatta herşeyin karşıma çıkabileceğine hazırlıklı yaşamam ve bununla mutlu olmayı, hayatı bununla kabul etmeyi içimde sindirmem ve bunun böyle olduğunu çevreme hissettirmem gerekiyor. Kaybetmenin ve kazanmanın hayati önem taşıdığı bir çağda gözü kararmış insanlardan biri olarak ölmek istemediğimden eminim. Bu hayatı zorlaştıran yine biziz çünkü yalnız yaşayabilseydik zor olan sadece hayatı idame ettirmekten ibaret olacaktı. Ama şimdi zor olan o kadar çok şey varki!

"Kalbe güven" dedi bana. "Zamana güven", "bildiğinden şaşma", "doğru yoldasın" dedi bana. İçim gülümsedi bunları duyunca. Ruhumu anlayan ve ruhumu seven, ruhuma değer verip onu yücelten birinin bu dünya üzerinden benimle aynı zamanda aynı yerde yaşaması ve bir araya gelmemiz mucize değildir de nedir? Sanki herşey önceden biliniyormuş da sadece biz buna şaşırıp bununla içimiz içimize sığmasın diye bize söylenmemğiş gibi. Ki mucizenin böyle doğal oluşu, böyle zamanın içinde herhangi bir olaymış gibi, sihirsiz-büyüsüz-olağan-sıradanmış gibi karşımıza dikilmesi... Ve Allah, mucizelerinin istikrarını düşünenleri daha bir isever gibi sanki. İlahi bir şeyse bu mucize, bu başımızda dönen; ilahi olan, hiçbir zaman kötü olmamışki bugüne kadar. Bunu hissederek yaşadıktan sonra; ışıkla, şevkle güle oynaya; bir mucizeye tanık olmaktan öteye geçip mucinenin sanığı olmak, O'nu hergün yaşamak; bu hayatta hep hissettiğimiz "ötekilik" bundandır herhalde. Işık,şevk,arzu,tutku,hırs,özgüven,ciddiyet,mutluluk,hissediş,algı,aşk,doyum,orjin,tekrar....

25 Ekim 2008 Cumartesi


"Gün boyu son derece normal bir insan gibi hareket etmeye bayılırım" demişti Courtey Lov. "Her ne kadar o esnada zihnimden şiddet, terör, seks ve ölümle ilgili bir sürü manyak düşünce geçiyor olsa da..."
Yeterki dışardan "normal" görünelim.

Normal nedir peki?
Normal kadın kimdir?

Sıfatsız düşünemiyor, tanımlayamıyoruz. "Normal kadın"ın da bir takım sıfatları var. Kanıksadığımız sıfatlar bunlar: Anaç/Barışçıl/Şefkatli/Duygusal/vb..
Alışmışız. Böyle öğrenmişiz büyüklerimizden ve böyle öğretmişiz küçüklerimize. Surgusuz sualsiz kabulenmişiz. Kadınlara atfadilen sıfatları "normal" ve "doğal" addetmişiz. Oysa bunların ne kadarı doğuştan? Ne kadarı sonradan edinilmiş, yani toplumsal? Acaba sahiden doğuştan duygusal ya da anaç mı doğuyor kız çocukları yoksa toplum, aile ve kültür tarafından böyle mi şekillendiriliyorlar peyderpey?
Kullandığımız her sıfat aynada beliren bir yansıma aslında. Aynada sağ tarafta görünen bir şeyin sol tarafta bulunması gibi, her sıfattan tam zıt yerde duran bir karşılığı var. Belki de sıfatlar, tığkı yeryüzündeki tüm hayvanlar, bitkiler ve insanlar gibi, Nuh Tufanına yakalanmıştır bir zamanlar. Onlar da çiftler halinde binmişler Nuh'un Gemisine.
Her sıfatın bir "eş"i var bügün. Bu sebepten hep ikilemler aracılığıyla düşünüyoruz.
Ne var ki bu ikilemlerden daha olumsuz olan tarafı kadınlıkla, olumlu tarafı erkeklikle özdeşleştiriyoruz. Birinin varlığı ötekini açıklamak ve meşrulaştırmak için kullanılıyor. Örneğin kadınları "zayıf" kabul ettikçe erkeklerin "güçlü" olduğuna daha kolay inanıyoruz. Keza kuvveti ve kudreti erkeklere ya da erkekliğe atfettikçe, kadınların zayıf ve kırılgan olduklarını sanmak kolaylaşıyor. Cinsiyet rolleri büyük oranda bu tür bir ikilemler üzerine kuruluyor.
İşte bu malum ve meşum listeden birkaç örnek:
Erkek - Kadın
Etken - Edilgen
Kültür - Doğa
Gündüz - Gece
Akıllı - Duygusal
Rasyonel - İrrasyonel
Beyin - Beden
Dikey - Yatay
Hız - Durgunluk / Oturmuşluk
Yapan - Yapılan
Özne - Nesne
Logos - Pathos
(Logos:soz, akıl, anlam, dusunce kavramlarının tumunu kapsayan deyim. Pathos:merhamet ve sempati gibi his uyandırma gücü veye yeteneği.)

Öyleyse kadın olmak şu veya bu şekilde beraberinde edilgenliği, irrasyonelli, duygusallığı getiriyor. Kadınlar hep bu sıfatlarla anlatılıyor, anlaşılıyor.
İşin tuhaf yanı, bir kadın aynaya baktığında, o da kendisini bu sıfatlarla algılıyor. Kendimizle kurduğumuz ilişki bile dolaylı, kendimizle sohbetlerimiz bile kültürel değerlerin gölgesinde.
Ve kadınlar birbirlerini gene bu sıfatlarla yargılıyor, amgalıyor. Kadınlar, birbirlerine karşı ne kadar acımasız olabiliyor.
Cinsiyet temelli ikilemlerin bu kadar kanıksandığı ve "normalleştirildiği" bir ortamda, nasıl ayırt edeceğiz hakikatten neyin "normal" ve "doğal" olduğunu?

Elif Şafak'ın Siyah Süt Romanından S:156

18 Ekim 2008 Cumartesi

İmge ve Dil Arasındaki Engel


Zihin imgelerle düşünür ama bir başkasıyla iletişim kurmak için imgeleri düşüncelere, sonrada düşünceleri kelimelere dönüştürmek zorundadır. İmgeden düşünceye, düşünceden dile doğru bu ilerleyiş ihanetlerle doludur. Kayıplar olur: imgenin zengin, yumuşak dokusu, olağansütü esnekliği ve yoğrulabilirliği, özel nostaljik duygusal renkleri-tümü-, imgenin dile tıkıştırılmasıyla kaybolup gider.
Büyük sanatçılar imgeyi doğrudan imayla,mecazla,okurda benzer bir imge uyandırmaya yönelik dil ustalıklarıyla aktarmaya çalışırlar. Ama sonunda onlar da yaptıkları iş için kullandıkları araçların yetersizliğini fark ederler.
Flaubert'in Madame Bovary'deki yakınmasını dinleyelim.
"Gerçek şu ki ruhun doluluğu bazen dilin mutlak yavanlığı halinde taşabilir, çünkü hiçbirimiz ihtiyaçlarımızın ya da düşüncelerimizin ya da kederlerimizin tam ölçüsünü hiç bir zaman ifade edemeyiz ve insan konuşması; biz yıldızları eritecek bir müzik yapmayı özlerken, ayıların dans etmesi için üzerinde kaba vuruşlarla tempo tuttuğumuz bir dümbeleğe benzer.



Irvin Yalom
Aşkın Celladı Kitabından
Sayfa :206

20 Temmuz 2008 Pazar

herşey birbirine benzediğinde ve karıştığında birbirine...

Sukünet yerini büyük bir çarpışmayla çıkan o korkutucu gürültüye bıraktı. Bütün kuşlar kaçabilecekleri en olur yere uçtular istemsiz yaşama refleksiyle. Gürültüyle birlikte büyük bir toz bulutu da kapladı heryanı. Göz gözü görmez oldu. Hiç bir şey artık eskisi gibi değildi. Ne olduysa olmuştu işte.
Dirlik ve birliğin kaim olduğu o yerde şimdi can çekişen ve kollarını birbirlerine uzatan insanlardan başka bir şey yoktu. Sanki ölürken yalnız olmak istemiyorlardı.Ama her insan yalnız ölürdü değil mi?
Ölüm büyük bir değişimdi. Bir şeyler ölmüş ve zamanı durduracak icat henüz bulunmamıştı. İnsanoğlu tüm acizliğine rağmen yaşamaya devam ediyordu.

Tüm bunlardan habersiz başka bir yer ve başka bir zamanda birileri de yine o acizliğe rağmen yaşamaya devam ediyordu. Bu normaldi,çok normaldi.Normalin yerini içini hangi kemirgenin kemirdiği anlaşılmayan bir karpuzmuşcasına, bir tahta dolapmışcasına oyulmuş ve tüketilmiş anormal aldı.Zaten bu acizlikte normalin yerini başka ne alabilirdi, kimsenin aklına farklı birşey gelmedi.Bu yüzden işte anormal zaman tahtına oturdu bir süre taa ki yine değişim anormalden sıkılıp onun yerine karmaşıklığı ve dağınıklığı koyana dek.
Belki de bu böyle sürüp gelmişti ve bundan sonrada böyle devam edecekti.

Ruhum okyanusun ortasında gezinen küreksiz boş bir kayık gibi salınırken zaman içinde günler gece oluyordu, geceler gündüz.Bu durumu değiştirecek gücü var mıydı bu kayığın. rüzgar ne yönden ne kadar şiddetli eserse essin kayık sanki hep olduğu yerdeydi. Bu kayık ne zaman buraya gelmişti, kürekler neredeydi ve en önemlisi kayığın içinde biri ya da birileri var mıydı; varsa ne olmuştu. Değişim mürettebatı yutup çekip gitmişti anlaşılan.

kayık şimdi hala orda bi yerlerde... okyanusun umrunda bile değil ve rüzgar zaten onun için esmemişti bugüne kadar. Suyun kaldırma kuvveti vardı bir tek , o da niye vardı ki?...

25 Mayıs 2008 Pazar

ALGI


Gözümü açıyorum. Uzun bir uykunun sonrasında artık zaman geldi diyor beynim, vücudum. Çevreme bakıyorum birileri var mı diye. Birileri var, uykudalar. Ne zaman uyuduklarını, ne zamandan beri burada olduklarını bilmiyorum, umursamıyorum da. Onlar yok! Kalkıyorum yataktan. Saat? Saat kaç acaba? Güneş doğmamış olsa gerek. Etrafta geceden kalma sinsi bir soğuk var. Dışarı çıkıyorum. Üzerimde ne zaman giydiğimi hatırlamadığım bir pantolan ve bir gömlek var. İkiside kahverengi. Kahverengiyi hiç sevmediğimi hissediyorum o an.
Algım zayıf. Bir hengame, bir koşuşturma başlıyor birden bire. Sabahın sakinliğini yırtarcasına aceleleri var insanların. Ellerinde evraklar, ellerinde telefonlar; zaman onlara hiç yetmeyecekmişcesine gözlerinde kaygı. Selamlar, günaydınlar, el sıkışmaları... Algım zayıf. Bütün bu olanlar da neyin nesi? Uyandım ve dışarı çıktım. Şimdi beynim sorularla dolu, cevapsız sorularla...

20 Nisan 2008 Pazar

Hayat ne menem bir şeysin!!!



”Âdem’in üç harfine den düşen -ta ki harf sükût edene, kalübelâ’da başladıkları noktaya dönene kadar: “Bu daire üzerinde hareket edersen her zaman başladığın noktaya dönersin. Başladığın nokta, arayışın sonundaki hakikattir. Keramet baştadır. Pervane olanın başı döner ki başa dönsün. Bu sebeple hiç yoktan kanat çırpsın. Dönerken kanat çırpar pervane. Hakikati kanat çırpmak zanneder. Aslolan ışığa gark olmaktar. Sonrasında ışığa konar ve de yanar kül olur. Küllerinden yeniden doğar Zümrüd-ü Anka gibi. İşte doğmak, başladığın noktaya dönmektir.”(Alıntı: "Suküt-u Harf" kitabından...)

Neydi bizi böyle sürekli rahatsız eden? Neden içimizde sürekli sorular var? Neden bu sıkıntı?

16 Şubat 2008 Cumartesi

Time Of The Gypsies

rüya



Hayatı olduğu gibi kabullenmek;etini,derini,kemiğini kabullenmek..

"Tanrı insanın uçmasını isteseydi kanatlı doğardık" ...


Ama biz uçtuk..kanat taktık uçtuk,demirden kanatlı makineler yaptık uçtuk.
Şiirler yazıldı,filmler çekildi,romanlar sayfalarca..Her yeri gördü insanoğlu,kulaktan kulağa oynandı kaç yüzyıl bu koca dünya adına. kitaplar sayfalarca...
Çözenler de oldu mu peki bu bilmeceyi.şimdilerde asıl bilmecem bu benim.

sana bişey diycem..

bilmece bildirmece,sırt üstünde taşımaca mı bu dünya ? yoksa;
bilmece bildirmece,parmak ucunda döndürmece mi? ya da
bilmece bildirmece,öküzün altında buzağa aramaca mı?...


sana bişey soracam,
bilmeceyi en son kim bildi?

30 Ocak 2008 Çarşamba

Boğazın iki yakası ışıl ışıl,biz sandalda elimizde şarap..

âheste çek kürekleri, mehtâb uyanmasın,
bir âlemi hayâle dalan âb uyanmasın.

âğuş'u nev-bahâr'da, hâbîdedir cihân;
sürsün sabâh-ı haşr'e kadar, hâb uyanmasın.

dursun bu mûsikî-i semâvî içinde sâz,
leyl-i tarâb'da bir dahî mızrâb uyanmasın.

ey gül, sükûtâ varmayı emr-eyle bülbüle,
gülşen'de mest-ü zevk olan ahbâb uyanmasın.

değmez kemâl, uyanmaya ikmâl-i ömr içün,
varsın bu uykudan dil-i bîtâb uyanmasın
yahya kemal

ağır ağır çek kürekleri mehtap uyanmasın
bir hayal dünyasına dalan su uyanmasın
uykudadır dünya, ilkbaharın kucağında
sürsün sabaha kadar, rüya uyanmasın
dursun bu kutsal ezgi içindeki çalgılar
gecenin şenliğindeki mızrap dahi uyanmasın
ey gül, sessizliğe varmayı emret bülbüle
gül bahçesinde zevk sarhoşu olan dostlar uyanmasın
değmez kemal, ömürü tamamlamak için uyanmaya!
varsın bu uykudan yorgun düşmüş gönül uyanmasın

7 Ocak 2008 Pazartesi

Dizi Dizi Dizildik

1. - abi ben türk dizilerini izlemem
2. -niye abi güzel diziler var
1. -yok,ben sienbisie (cnbc-e) dizilerini izliyom olm,daha kaliteli...

hooooopp,bi dakka, ben burda araya girmek istiyorum.nası bi muhabbettir bu aldı başını gidiyo. Kim ne izlerse izlesin kardeşim diycem ama milletin son durumu bu zaten. şimdi ben de cnbc-e izleyenlerdenim. Hiroz (Heroes) müptelasıyım mesela hatta bi çok komedi dizisine de rastgelirsem, saat önemli değil izlerim.


2. -abi nesi kaliteli ya,duygu yok bişi yok
1. -olm ordaki hatunlar hangi dizide var..süper hepsi..mesela losta bi hatun vardı...

Kardeşim bi durun ya,ben ne diyorum siz ne diyosunuz. Tamam, evet bende katılıyorum.örneğin; bi nikki olsun,amigo kız olsun hirozda sonra losttaki o arkadaşın bahsettiği bayan oyuncu da türkiyeye gelse tozunu attırırmı ortamların,bence attırır.
ama
konuya bu açıdan bakmamamız lazım. bi daha söylüyorum, konuya bu açıdan bakmamamız lazım.

1. -ya eskiden ne güzel türk dizileri vardı..
2. - mesela?
1. -trt dizileri vardı. şaşıfelek çıkmazı,yeditepe istanbul
2. -bak hatırladım şimdi,hatta yeditepe istanbulun kaç kere tekrarı çıkmıştı yine izlemiştim ben bi dizi sever olarak.ama şimdi de mesela bıçak sırtı var,şahane abi..
1. -ben ikinci bahardan sonra soğudum abi türk dizilerinden. hep aynı...yok karadenizli, yok antepli,yok urfalı,yok iş adamı,mafya,derin devlet,ağlaklar,zırlaklar,tabancalar,siyah pardesü beyaz atkı,ağalar,beyler,töreler,kavuşamayan aşklar,kötüler,zalimler...

yeteeeeeeeeeerrrr!!! ne dertliymişsin be! anladık!!!
şimdi test yapıyorum..

hatırla sevgili?

1. -bilmiyom
2. -az biliyom

sıla?

1. -bilmiyorum
2. -çok az biliyorum


avrupa yakası?

1. -biliyom gülüyom :)
2. -kaçırmam



Doktorlar?
1. -o ne be!
2. -ya kutsi oynuyo orda dimi?

iki aile?
1. -komik bişi miydi o?
2. -izlerim

binbir gece?

1. -masal be o..
2. -abi ben de o kadar para olsa..
1. -???
2. -ha siz izlememişsiniz...

yaprak dökümü?
1. -yaw kitabını veriim okuyun yaw..
2. -beni pek sarmadı zaten

selena?
1. -kız güzel de dizi çekilmiyo
2. -evet ya o kız nası salındı dimi ööle

kavak yelleri?
1. -başımızda kavak yelleri, esiyormuş essin adam sen de ...
2. -şarkı söylüyo ya adam,yok abi izlemedim ben...

Köprü?
1. -no comment,no answer...
2. ilginç bi diziye benziyo ama izlemedim henüz..

Kurtlar vadisi Pusu?
1. -aaaauuuuuuuuuuuuuuuuu
2. -abonesiyim,komple dvdsini almayı düşünüyorum. o derece diyim..

Hepsi bir?

1. -bilmiyorum
2. hepsi grubunun dizisi de ben izlemiyorum

elveda rumeli?
1. -bi kaç bölüm izledim,kadro güzel,hikaye güzel..
2. -yok çok sarmadı beni,o saatte zaten başka dizi var

yemin?
1. -yeni galiba
2. -Tuuba var ,izlenmez mi bee..
1. -al işte..

sessiz fırtına?
1. -sesli olsa ne olur,izlemedim,duymadım,görmedim..
2. -bi kaç bölümünü kaçırdım ama konuya hakimim.



ya sıkıldım be sizden de dizilerden de.. sinekli bakkal,böcekli market,antiloplar vadisi (belgesel tadında dizi),ezo gelin çorbası,bodytamer,susak ağızdan kalbe,çılgın yürek,ekmek pusat çarpsın,sıla mı gurbet mi adını sen koy,sevgili dübürüm,
en son babalar duysun ama çocuklar duymasın,al birol güveni vur fatih solmaza..
zaten taklitçilik sahtecilik aldı başını gidiyor.ordan burdan konsept çalmalar,americano dizileri alıp türkleştirip ver baba millete yerlerse..
amaaa!!...
bunun da sonu yakın,ben size diyim..bi dönemdir geçer.eskiden zeyna vardı,herkül vardı,hatta ondan eski brezila dizileri vardı nooldu onnar?bu milletin üzerinden yalan rüzgarı diye bişey geçmiş ki,millet hala kendine gelememiş.ondan sonra ne versen yiyor zaten. bu ülkede herşey dönemlik. ha bi de düşünsenize türkiyede senaristlerin grev yaptığını..yapımcılar nereleriyle güleceklerini bilemezler animallah..O sadece parayı yatıran prodüktör kendi yazar senaryoyu hikayeyi;asıl işin acaip tarafı,o yazsa da tutar başkası yazsa da tutar..
ver alttan melankolik müziği,koy bi güzel makyajlı hatun karşısına zengin takım elbiseli bi jön,ver baba kavgayı gürültüyü,ağlat,güldür,çoştur,ver damardan damardan...ohhh bee,kendime geldim valla,gidiim de kaçırmıyim ben dizileri neyim..bir türküyle veda eddiim bari..

dizi dizi dizdiler

ipe sapa dizdiler
eski yeni karıştı
hepten aklım şaşırdı

diziler diziler
sıra sıra diziler
ömrümden ömür gitti
törpü törpü diziler

dizildik de dizildik

cam önüne kurulduk
reklamlardan sıkıldık
çekirdeğe sarıldık

hadiii öptüm hepinizi...kuzen larrye selam.