31 Ekim 2008 Cuma

orjine yaklaştıkça


Geçen zamanla birlikte değişim yine gösterdi kendini. Ne kaçmaya çalıştım, ne durdum bekledim. Değişim zamanın olağan akışında görünür hale geldi. "Bu ânâ değin ta kâl-ü beladan / Haberimiz vardır her maceradan". Ezel'i düşünmeye başladım, bugünü duyumsamak için. Geçmişle geleceğin ne farkı var? Biri benden önce biri benden sonra; bu mu fark? Ben o zaman geçmiş ve geleceğin tam ortasında durmuş yaşıyorum. İsteklerim, amaçlarım var; hayallerim, planlarım var; mutluluklarım ve hüzünlerim var; geçmişten gelen geleceğe giden. Ve dönüp dönüp baktığımda geçmişe zamanı hiç kontrol edemediğimi düşünüyorum bir tek kararım dışında. Kendi kararlarını verince insan ânı kontrol altına alıyor demektir.
Çok şey değil istediklerim bir can olarak. Gerçi istemek nedir? Neden ister insan? Ben istemeyi sevmeye bağlıyorum. Bu hayatı yaşayamamaktan korktukça daha bir sarılmak istiyorum kendime, isteklerime, ideallerime. Aklıma güveniyorum, cesaretimi sınamak ve başarılı olmak istiyorum. Başarının getireceği mutluluk bir esintiyle, bin esintiyle yıkılmaz. Başarıdan sonraki başarısızlık bile artık gölgeleyemez başarıyı.
Şimdi geçmişle geleceğin tam ortasında benden hariç ne varsa bana yardımcı olsunlar istiyorum. Şımarıkça bir istekten çok bu bir temenni, bir dilek. Mucizeleri görmekte zorlanmayan gözlerim bu kendiliğinden düzene giren zamanı da görecektir elbet.
Bu hayat içinde yaşamak istediğim hayatın hâlâ yaşanmıyor olması, bu isteiğimin gerçekleşmesinin dizaynının galiba biraz zor, zahmetli, teferruatlı ve karmaşık oluşundan. Çünkü beynim istekleri ilkin hiç kendi adına istememişti. Bu hayatın benim istediğim gibi olması demek; belki bir çok insanın, bir toplumun, bir nüfusun ve hatta dünyanın bile değişmesi demekti. Ve şimdi anlıyorumki dünya başka bir değişim içinde ve bu değişim benim değiştirebileceğimden daha güçlü.O yüzden isteklerimi kendi çapım dahilinde tutmaya karar verdim. Hala içimde bu bencillikle savaşan bazı sesler olmasına karşın bunun böyle olması gerektiğini söyleyen daha somut ve daha güçlü sesler amaçlarıma ulaşıncaya dek daha baskın olacaklar.

Artık ilk önce bu hayatta herşeyin karşıma çıkabileceğine hazırlıklı yaşamam ve bununla mutlu olmayı, hayatı bununla kabul etmeyi içimde sindirmem ve bunun böyle olduğunu çevreme hissettirmem gerekiyor. Kaybetmenin ve kazanmanın hayati önem taşıdığı bir çağda gözü kararmış insanlardan biri olarak ölmek istemediğimden eminim. Bu hayatı zorlaştıran yine biziz çünkü yalnız yaşayabilseydik zor olan sadece hayatı idame ettirmekten ibaret olacaktı. Ama şimdi zor olan o kadar çok şey varki!

"Kalbe güven" dedi bana. "Zamana güven", "bildiğinden şaşma", "doğru yoldasın" dedi bana. İçim gülümsedi bunları duyunca. Ruhumu anlayan ve ruhumu seven, ruhuma değer verip onu yücelten birinin bu dünya üzerinden benimle aynı zamanda aynı yerde yaşaması ve bir araya gelmemiz mucize değildir de nedir? Sanki herşey önceden biliniyormuş da sadece biz buna şaşırıp bununla içimiz içimize sığmasın diye bize söylenmemğiş gibi. Ki mucizenin böyle doğal oluşu, böyle zamanın içinde herhangi bir olaymış gibi, sihirsiz-büyüsüz-olağan-sıradanmış gibi karşımıza dikilmesi... Ve Allah, mucizelerinin istikrarını düşünenleri daha bir isever gibi sanki. İlahi bir şeyse bu mucize, bu başımızda dönen; ilahi olan, hiçbir zaman kötü olmamışki bugüne kadar. Bunu hissederek yaşadıktan sonra; ışıkla, şevkle güle oynaya; bir mucizeye tanık olmaktan öteye geçip mucinenin sanığı olmak, O'nu hergün yaşamak; bu hayatta hep hissettiğimiz "ötekilik" bundandır herhalde. Işık,şevk,arzu,tutku,hırs,özgüven,ciddiyet,mutluluk,hissediş,algı,aşk,doyum,orjin,tekrar....

25 Ekim 2008 Cumartesi


"Gün boyu son derece normal bir insan gibi hareket etmeye bayılırım" demişti Courtey Lov. "Her ne kadar o esnada zihnimden şiddet, terör, seks ve ölümle ilgili bir sürü manyak düşünce geçiyor olsa da..."
Yeterki dışardan "normal" görünelim.

Normal nedir peki?
Normal kadın kimdir?

Sıfatsız düşünemiyor, tanımlayamıyoruz. "Normal kadın"ın da bir takım sıfatları var. Kanıksadığımız sıfatlar bunlar: Anaç/Barışçıl/Şefkatli/Duygusal/vb..
Alışmışız. Böyle öğrenmişiz büyüklerimizden ve böyle öğretmişiz küçüklerimize. Surgusuz sualsiz kabulenmişiz. Kadınlara atfadilen sıfatları "normal" ve "doğal" addetmişiz. Oysa bunların ne kadarı doğuştan? Ne kadarı sonradan edinilmiş, yani toplumsal? Acaba sahiden doğuştan duygusal ya da anaç mı doğuyor kız çocukları yoksa toplum, aile ve kültür tarafından böyle mi şekillendiriliyorlar peyderpey?
Kullandığımız her sıfat aynada beliren bir yansıma aslında. Aynada sağ tarafta görünen bir şeyin sol tarafta bulunması gibi, her sıfattan tam zıt yerde duran bir karşılığı var. Belki de sıfatlar, tığkı yeryüzündeki tüm hayvanlar, bitkiler ve insanlar gibi, Nuh Tufanına yakalanmıştır bir zamanlar. Onlar da çiftler halinde binmişler Nuh'un Gemisine.
Her sıfatın bir "eş"i var bügün. Bu sebepten hep ikilemler aracılığıyla düşünüyoruz.
Ne var ki bu ikilemlerden daha olumsuz olan tarafı kadınlıkla, olumlu tarafı erkeklikle özdeşleştiriyoruz. Birinin varlığı ötekini açıklamak ve meşrulaştırmak için kullanılıyor. Örneğin kadınları "zayıf" kabul ettikçe erkeklerin "güçlü" olduğuna daha kolay inanıyoruz. Keza kuvveti ve kudreti erkeklere ya da erkekliğe atfettikçe, kadınların zayıf ve kırılgan olduklarını sanmak kolaylaşıyor. Cinsiyet rolleri büyük oranda bu tür bir ikilemler üzerine kuruluyor.
İşte bu malum ve meşum listeden birkaç örnek:
Erkek - Kadın
Etken - Edilgen
Kültür - Doğa
Gündüz - Gece
Akıllı - Duygusal
Rasyonel - İrrasyonel
Beyin - Beden
Dikey - Yatay
Hız - Durgunluk / Oturmuşluk
Yapan - Yapılan
Özne - Nesne
Logos - Pathos
(Logos:soz, akıl, anlam, dusunce kavramlarının tumunu kapsayan deyim. Pathos:merhamet ve sempati gibi his uyandırma gücü veye yeteneği.)

Öyleyse kadın olmak şu veya bu şekilde beraberinde edilgenliği, irrasyonelli, duygusallığı getiriyor. Kadınlar hep bu sıfatlarla anlatılıyor, anlaşılıyor.
İşin tuhaf yanı, bir kadın aynaya baktığında, o da kendisini bu sıfatlarla algılıyor. Kendimizle kurduğumuz ilişki bile dolaylı, kendimizle sohbetlerimiz bile kültürel değerlerin gölgesinde.
Ve kadınlar birbirlerini gene bu sıfatlarla yargılıyor, amgalıyor. Kadınlar, birbirlerine karşı ne kadar acımasız olabiliyor.
Cinsiyet temelli ikilemlerin bu kadar kanıksandığı ve "normalleştirildiği" bir ortamda, nasıl ayırt edeceğiz hakikatten neyin "normal" ve "doğal" olduğunu?

Elif Şafak'ın Siyah Süt Romanından S:156

18 Ekim 2008 Cumartesi

İmge ve Dil Arasındaki Engel


Zihin imgelerle düşünür ama bir başkasıyla iletişim kurmak için imgeleri düşüncelere, sonrada düşünceleri kelimelere dönüştürmek zorundadır. İmgeden düşünceye, düşünceden dile doğru bu ilerleyiş ihanetlerle doludur. Kayıplar olur: imgenin zengin, yumuşak dokusu, olağansütü esnekliği ve yoğrulabilirliği, özel nostaljik duygusal renkleri-tümü-, imgenin dile tıkıştırılmasıyla kaybolup gider.
Büyük sanatçılar imgeyi doğrudan imayla,mecazla,okurda benzer bir imge uyandırmaya yönelik dil ustalıklarıyla aktarmaya çalışırlar. Ama sonunda onlar da yaptıkları iş için kullandıkları araçların yetersizliğini fark ederler.
Flaubert'in Madame Bovary'deki yakınmasını dinleyelim.
"Gerçek şu ki ruhun doluluğu bazen dilin mutlak yavanlığı halinde taşabilir, çünkü hiçbirimiz ihtiyaçlarımızın ya da düşüncelerimizin ya da kederlerimizin tam ölçüsünü hiç bir zaman ifade edemeyiz ve insan konuşması; biz yıldızları eritecek bir müzik yapmayı özlerken, ayıların dans etmesi için üzerinde kaba vuruşlarla tempo tuttuğumuz bir dümbeleğe benzer.



Irvin Yalom
Aşkın Celladı Kitabından
Sayfa :206