19 Nisan 2009 Pazar

Buket Uzuner'in "Ayın En Çıplak Günü" adlı kitabında "Yerli Filmlerle Büyümüş Kız Çocuklarından Birisi" adlı öyküsünden alıntılar ve anladıklarım.

Bir kadın ve bir erkek. Birbirlerini sevdikleri, elele ormanda güle oynaya yürümelerinden ve göz süzüp bakışmalarından belli. Türk filmlerinin mutlu sonu işte. Biz normal aşıkların hiçbir zaman yapmadığı yanak yanağa yüzleri kameraya dönük sırıtmaları. Ormanın içinde mutlu oldukları artık izleyici tarafından onaylanmış bir şekilde kaybolmaları ve MUTLU SON.

Alıntı- "Siyah, kocaman gözleri merak ve ilgiyle büyülenmişcesine perdeye takılıp kalan yedi yaşındaki kız çocuğu 'SON' yazısını görünce fena halde bozuluyordu. Onun hep görmek istediği, elele koşan kadınla erkeğin daha sonra ne yaptıkları, nasıl yaşadıkları."

Altıntı- "Acaba filmdeki kadınla erkek bundan böyle hep son sahnedeki gibi mutlu mu oluyorlardı? Hiç mi kavga etmiyor, üzülmüyor, ağlamıyor, parasız kalmıyorlardı?

Annesi ise bu mutlu son yazısını görünce acı bir tebessüm ederdi istemsiz. Akşam eve döndüklerinde hiç bir şey filmlerdeki gibi olmuyordu. Küçük kız annesiyle babasının neden kavga ettiğini anlamıyor ve onların da neden filmlerdeki gibi ormanda elele koşmadıklarını soruyordu kendi kendine.

***
Alıntı- "Bir yaz günü. Temmuz."

Uzun saçlı kumral bir kız, bu ılık temmuz gününde hafifte olsa üşümüş ve plajın kahvesinde güneş şemsiyelerinin altında çay ve sigara içen sarışın, ince uzun genç adama doğru yürümekte.

Alıntı- "Genç adam kulağının dibinde top patlasa duymayacak denli dalmıştı, ama uzaktan üzerine dökülmüş bir çift gözü hissetti, baktı. Birbirlerini gördüler. Dudaklarında belirsiz bir gülümsemeyle kalktı, kıza doğru yürüdü. Bikinisinin üzerine havlu ve entari giydi kız özensiz, haldur huldur, isteksiz... Hiç konuşmadan, hiç dokunmadan kıyı boyu yürüyüşe çıktılar. Adam kızın kocasıydı.


***
Bu sefer başka bir ormanda başka bir kadın erkek çifti, deli gibi yağan yağmurdan kaçmak için orada tesadüfen buldukları terkedilmiş ahşap bir eve sığınırlar. Karanlıktır ve şimşeklerin ani parlaklıkları ortamı daha da germektedir. Kesinlikle orada bir şömine olur ve erkek yine orada hali hazırdaki odunlarla şömineyi yakar. Islanmış elbiseler çıkartılmalıdır ve çıkardıklarında nedense erkek değil kadın biraz utanır. Fonda önce acıklı başlayan keman biraz daha gergin notalarda gezinmeye başlar. İzleyici tüm bu olanlardan artık kötü birşeyler olacağını bilir ve film nabza göre ayarlı filmlerdendir. Adam kadının üzerine yürür, kadın geriler. Adam güçlüdür ve kadına kilitlenmiştir. Kadın zavallı, ürkek ve kaçması olanaksızdır.

Alıntı- "Birlikte bir yerlerde hazır bekleyen yatağa devrilirler. Müzik yükselir. Beyaz perdeyi tümden kadının kırmızı tırnaklı eli kaplar. Kadın nereden bulmuşsa, bir kırmızı gülü avucunda sıkıp, parçalamaktadır. Müzik almış başını gitmektedir artık. Bundan sonraki sahnede aynı kadın, ahşap kulübede bulduğu karbeyazı çarşaflara sarılmış, ağlamakta, arada bir hıçkırarak, "Mahvoldum ben!" diye inlemektedir. Erkek donuk gözlerle yatakta oturmuş, sigara içmektedir.

Siyah, kocaman gözleri merak ve ilgiyle büyülenmişcesine perdeye takılıp kalan yedi yaşındaki kız çocuğu, filmlerde sık sık rastladığı ağlayan çıplak kadın neden ötürü 'mahvolduğunu' bir türlü anlayamadan, kafasında onlarca soru işaretiyle, annesinin elini tutup kadınlar matinesinden -hoşnutsuz- eve dönüyordu."

Sorular:
Kadının elinde sıkıp parçaladığı gülün dikenleri mi batmıştı eline ? Bu yüzden mi ağlıyordu?
Erkek kadının ağlamasına kayıtsız kalışmıştı, bu yüzden mi ağlıyordu kadın?
Sorular yanıtsız kalınca bir de aklına takılan bir erkek bir kadını nasıl mahvedebilirdi?

Alıntı-" Komşuları seyyar satıcı Osmanla karısı Aliye'yi düşündü. Osman içip eve sarhoş geldiği geceler, karısı Aliye'yi dövüyordu. Kadın çığlıklar içinde mahalleyi ayağa kaldırıyor, ağlıyordu. Dayağın ertesi günü, Aliye sanki o çığlıkları atıp, ağlayan başkasıymış gibi rahat, üstelik övünerek, kollarındaki bacaklarındaki çürükleri gösteriyor ve küçük kızın hiç anlamadığı başka bir dilde konuşur gibi "erkek değil mi sever de döver de " diye sırıtıyordu. Annesi dışında bütün mahalleli kadınlar Aliye'yi onaylıyorlar, annesi sessiz, hüzünlü, uysal ama diğerlerinin dışında kalıyordu."

Küçük kızın bundan çıkardığı tek sonuç erkeklerin kadınları döverek mahvetmediğiydi.

Alıntı- "Acaba bir erkeğin bir kadını 'mahvedebilmesi' için ille ikisinin de çıplak olması ve kadının elinde bir gülü sıkıp, parçalaması mı gerekiyordu. Şimdi de bir kadınla bir erkeğin çıplakken ne yapabilecekleri sorusu beliyordu önünde.

Çıplaklık ve cinsellik konusu, kulağına takılanlar, gördükleri ve hissettikleriyle: Kötü, pis, ayıp, günah ve gizli bir konuydu. O halde, kadınların 'mahvolmaları! ile cinsellik arasında bir ilişki kurulabilirdi."

Belki de babasıyla annesinin böyle olmaları babasının annesini mahvetmesi yüzünden olabilirdi.
***
Deniz kenarında konuşmadan ve birbirlerine dokunmadan yürüyen genç karı-koca kendi içlerinde dolaşıyorlardı sanki. Yabancı filmlerde yeni tanışanların birbirlerine sordukları "What's your story?" (Senin hikayen nedir?) sorusunu kendilerine sormuşlar ve kendilerine anlatıyorlarmış gibiydiler.

Onların hikayesi :

Alıntı- "İki üniversite öğrencisinin bildik öyküsü onlarınki. Hani onsekiz yaşında tanışıp, sonra kantinde çay bardakları ve sigara dumanı arasında tam da dehşetli bir politik tartışmaya girmişken. Sonra, baharda bütün dalların bir gecede çiçeklenen ağaçların gencecik telaşıyla gelen çoşkulu, içten, en doğal istekleri; bir kadınla bir erkeğin en ayıpsız, en günahsız güzelim birlikteliği... Cinselliği keşfi... İki yürek ve beynin fantezileri... İki insanın insancıl dostluğu, şefkati... Sevgiye ve sevgiliye duyulan katıksız inancın yaşı... İki çocuğun gözü bağlı gerçekçiliği ve fazla saf iyimserliği...

Derken öğrenci bütçesinin olmayan geliriyle çekilen sıkıntılar, aileye 'yük olma' endişeleri, borç para ile içilen kantin çayı... Bir de, şimdi saçma sapan gelen ama içinde yaşarken ölümcül önemine inanılan, binlerce ayrıntıyla savaşmak - komşunun damadı bizi durakta elele gördü, ya çenesini tutamaz da...- Delikanlının 'oğlunu kaybediyor' sanan annesinin paniği, kıza düşman kesilişi... Kızın ailesinin, "Daha iyi talipleri vardı" nakaratları ve kızın yaşantısına " sıkı denetim" getirmeleri... Falan filan... Hep bildiğimiz şeyler yani... En pratik, en kolay çözüm, ille de kafalarına vura vura çocukluktan beri kazıdıkları 'evlilik' cumbadanak atlamak?

Ne yapalım, eğer 'bir imza' için bunca kıyametler kopuyorsa, onlar gibi yaparız, gider hemen 'bir imza' atıveririz...ler lar ler..."

Ve erken atılan imza sonrasında, herşey iyi gidecek sanırlarken hiç akla gelmeyen ilişki sorunları başgösterir. Birbirlerini belki de şimdi tanıyorlardı ki bir evin sorumluğu, para sıkıntısı, aile içi ilişkiler üstüste geldi. Yaşanmamış gençlik ve yaşamalarına izin vermeyen bir yaşamı yaşamak zorunda kalmışlardı.

Alıntı- "Sahilde yürürken durdular; nasıl genç, nasıl yorgun, nasıl sevgi dolu ve nasıl çaresiz iki sevgili göz...Zoraki gülümsediler. İlk yirmilerinde ufuk çizgisini bulamamaktan yaşlı, yeniden yürüdüler."
***
Başka bir film. Ana kız varoş bir mahallede yaşamaktadırlar. Annesi kızını terzilik yaparak bugünlere getirmiştir. (kamera kumaşlara zoom). Kız eve gelir ve annesine mutlu gözlerle o gün olan biteni anlatmaktadır.

Alıntı- "Hani çalıştığı fabrikanın sahibi ırzına geçmek istediği için, işini terk edip çılgınca yollara düştüğü için arabasıyla hafifçe çarpan yakışıklı, zengin genç doktor vardır ya, işte o, bugün kendisine evlenme teklif etmiştir.

Daha sonraki sahnede, mahalledeki kafaları traşlı oğlan ve fıskiye saçlı kız çocuklarının sevinç çığlıkları arasında, beyaz impala arabasıyla yakışıklı, zengin genç doktor belirir."

Gelinliği içinde çıkar o varoş mahallenin yoksul evinden ve karşısındaki genç yakışıklı doktor 'Hayatımın Kadınısın' der , dünyanın en mutlusu O'dur o ân.

İmpala arabaya binerler ve arabanın arka camında 'SON' yazar.

Alıntı: "Kadınlar matinesini izleyenlerin 'eh, güzel kızdı doğrusu, o güzellikte o mahallede sürünecek değildi ya...' , 'şanslı kızmış kardeş, turnayı gözünden vurdu vallahi...' sözlerini kulağına takıp, annesinin elini tutup, kafasındaki yeni sorularla -hoşnutsuz- eve dönüyordu küçük kız.

Demek güzel kızların yoksulluk çekmesi haksızlıktı. Elleri çenesinde, dirsekleri masaya dayalı düşünüyordu. İyi ama, annesi yoksulluğu hak edecek denli çirkin miydi yani? Komşular sık sık demiyorlar mıydı:'Maşallah kız, tıpkı Kraliçe Süreyya'ya benziyorsun...Sendeki şu cilt, şu gözler bizde olsaydı?...

Peki, o halde neden, bütün gün çılgınlar gibi çalışan, çeşmeden kovalarla su taşıyıp, çamaşırları, bulaşığı yıkayan, pazara gidip, herşeyin ucuzunu alabilmek için savaşıp yemekler yapan, kardeşinin altını temizleyip ona meme veren annesi, beyaz arabalı, varsıl doktorla değil de, her şeye çabucak öfkelenen, yemekten hemen sonra büyük gürültülü horultularla uyuyan, az konuşup, az gülen babasıyla evlenmişti?

Neden babası doktor değil de matbaa işçisiydi? Bir de kendi yaşamını belirleyecek olanın güzellik-varsıllık mı yoksa çirkinlik-yoksulluk mu olacağını düşünüyordu küçük kız. Başka ne olabilirdi? Ya kendine 'hayatımın kadınısın' diyen birini bulamazsa? iyi ama 'hayatımın kadınısın' ne demek ki?"

***

Sahilde sessiz sedasız sanki uzun süredir böyleymişcesine bu hale alışkın bir vaziyette yürüyen geç karı-koca artık birinin sessizliği bozması gerektiğini düşünmeye başlamışlardı.

Alıntı- " 'Biz' dedi genç kız kocasına bakarak ve öksürdü, boğazını temizledi. 'Biz bütün yanlışlardan tek başımıza sorumlu değiliz! Taa başında büyük bir yanlışın içinde eğitildik. Kim olduğumuzu aramak yerine, nasıl olmamız gerektiği öğretildi bize. Her yerde böyleydi bu...Okulda, evde, mahallede, oyunda, masallarda, tekerlemelerde ve sinemalarda...' Sesi titredi, sustu.

Delikanlı onun kaldığı yerden devam etmeye başladı:'Tamamen doğru. Ben kendimi tanımadan, bilemden sana hem arkadaş, hem sevgili, hem koca olmaya kalktım. Yani senin her şeyin olmam gerektiğini sandım...Senden de aynı şeyleri bekledim. İki insan birbirine ömür boyu her konuda yeter mi? Ucuz aşk romanlarını, kötü Hoıllywood filmlerindeki sahte kahramanları oynamayı denedik! Üstelik onlara güler, onları yıkmayı amaçlarken...'

Siyah kocaman gözlü genç kadın mırıldandı, 'bir de yerli filmler...'

'Olmamız gerekenle, kendi oluşumuz arasındaki farklılıkların yarattığı berbat düş kırıklıklarının altında ezilmek bir yana ' dedi genç adam, sigarasını kaçıran varmışcasına üst üste içti, 'sevdiği birini mutlu edememenin sorumluğunu, suçluluğunu yaşamak...' İkisi de başlarını 'doğru' anlamında salladılar.

'Bunlara bağlı cinsel isteksizlikler, yitirilen güelim cinsellik...' İşte hepsi buydu toplam dört yıllık beraberliğin, iki yıllık evliliğin! Uzun zamandır ilk kez hoşnut bakıştılar, sevgiyle gülümsediler.

Birbirlerine dokunsalar, bir daha hiç ayrılmayacak kadar sevdiler birbirlerini ama dokunmayacak kadar da büyümüşlerdi artık. Birbirini çok iyi tanıyan, çok sevmiş bedenlerin uyumlu müziğini dinleyerek birbirlerini bunca çok severken ayrılmak zorunluluğu ve gerçeğiyle içleri ezilerek personel tatil kampına geri döndüler.

Artık siyah iri gözlerinde soru işareti yerine, kocasının hiçbir zaman haberi olmayacak iki dolu gözyaşıyla dimdik yürüyen kadınla, kederli erkeği uzaktan görenler, 'Ne ideal bir çift!' diye düşüdüler."


Teşekkürler Buket Uzuner..İyi ki varsın...

Hiç yorum yok: