Artvin'de bir festivaldi ben ve arkadaşlarımı yola düşüren. Yol uludur.
Mersin'deyiz. Önce Samsun'a gidip Serdar'ı alacağız ve Karadeniz sahilinden Rize'ye varmadan dağlara yüzümüzü dönüp Artvin'in Yusufeli ilçesine bağlı Kılıçkaya köyünde Soner'in ailesinin evine varacağız. Ertesi gün de sahne günü olacak, Aros dağına festival alanına gideceğiz. Mersin'deyiz ve önümüzde yaklaşık 1500Km. var, altımızda kiralık bir araba, elimizde harita ve aklımızda yol.
Heyecanlıyız.. İçimizde bizi yakıp kavuran "seyyahlığı", genlerimizde göçebelik ruhunu taşıyoruz; her birimiz birbirimizden habersiz, söylenmeyen ama hissettiğimiz insani, doğal bir hevesle.
Toros Dağlarını aşıp Niğde'ye geliyoruz. Yol susatıyor, acıktırıyor, yoruyor. Sabahın erken saatinde yeni açılan dükkanlar ve sabah telaşındaki insanlarıyla şehir, olağan bir gününü yaşıyor. Bizim içinse o gün orada olmak hiç de olağan değil aslında. Birşeyler yiyip tekrar yola koyuluyoruz. Niğde'yi hiçbirimiz sevmedik. Bir şehir nasıl sevilir? Neden sevilir? Yol boyunca içimizde bu sorulara cevap aradık farkında olmadan. Yolculuğumuzun sonunda her birimiz kendimize göre cevaplar bulmuşuzdur sanırım.
Yola koyuluyoruz. Niğde'den Nevşehir'e.. İp gibi bir yol bu, radardan korka korka basıyoruz gaza.
Nevşehir, Niğde'den daha kalabalık, park yeri bulmakta zorlanıyoruz ve ara bir sokakta kaldırım kenarına park ettiğimiz için belediye görevlisi 1,5 lira alıyor bizden. Nevşehir'de her yer böyleymiş. Bir şehri turizmin ne denli etkilediğini anlıyorum Nevşehir'de. (Vakti zamanında gittiğim Antalya da böyle bir his uyandırmıştı bende.) Nevşehir'de yaşasak belki de hiç uğramayacağımız bir çay bahçesi bulup birer çay içiyoruz. Zaten her gittiğimiz şehirde bizi böyle bir düşünce alıveriyor. "Eğer buralı olsak buraya mı gelirdik" diye.Mersin'deyiz. Önce Samsun'a gidip Serdar'ı alacağız ve Karadeniz sahilinden Rize'ye varmadan dağlara yüzümüzü dönüp Artvin'in Yusufeli ilçesine bağlı Kılıçkaya köyünde Soner'in ailesinin evine varacağız. Ertesi gün de sahne günü olacak, Aros dağına festival alanına gideceğiz. Mersin'deyiz ve önümüzde yaklaşık 1500Km. var, altımızda kiralık bir araba, elimizde harita ve aklımızda yol.
Heyecanlıyız.. İçimizde bizi yakıp kavuran "seyyahlığı", genlerimizde göçebelik ruhunu taşıyoruz; her birimiz birbirimizden habersiz, söylenmeyen ama hissettiğimiz insani, doğal bir hevesle.
Toros Dağlarını aşıp Niğde'ye geliyoruz. Yol susatıyor, acıktırıyor, yoruyor. Sabahın erken saatinde yeni açılan dükkanlar ve sabah telaşındaki insanlarıyla şehir, olağan bir gününü yaşıyor. Bizim içinse o gün orada olmak hiç de olağan değil aslında. Birşeyler yiyip tekrar yola koyuluyoruz. Niğde'yi hiçbirimiz sevmedik. Bir şehir nasıl sevilir? Neden sevilir? Yol boyunca içimizde bu sorulara cevap aradık farkında olmadan. Yolculuğumuzun sonunda her birimiz kendimize göre cevaplar bulmuşuzdur sanırım.
Yola koyuluyoruz. Niğde'den Nevşehir'e.. İp gibi bir yol bu, radardan korka korka basıyoruz gaza.
Yine yol. Daha yeni başladığımızı anlıyorum. Önümüzde Kırşehir var. Aaaa bir tabela:"Hacı Bektaş". "Arkadaşlar" diyorum, "yol bizi buraya getirdi, gitmezsek kendimize ayıp etmiş oluruz." Arabadaki hiç kimse Hacı Bektaş'da durmadan yola devam etmeyi düşünmüyor.
Hacı Bektaş. Yıllardır gitmek isteyip de bir türlü gidemediğim yer. Vakit oraya gitmek için o kadar uygun ki. Ve ruhum, o da uygun. Her mekanda bangır bangır türkü çalınan başka bir yer daha görmedim. Aleviliğin-Bektaşiliğin böyle bir turizme dönüşmesi beni hezeyana uğratsa da; turist gibi değil de seyyah gibi gittiğim için çok kötü etkilenmedim bu durumdan. Hacı Bektaş Veli'nin dergahı şimdi "müze". Gezilip, ziyaret edilen, baktıkça şaşırılan bir yer olmuş artık. Bir zamanlar onların burda yaşadığını hayal ediyoruz. Bu kapıdan geçtiklerini, burada oturduklarını, bu kazanlarda yemek pişirdiklerini, bu sazları çaldıklarını, burada semah dönüp, burada erdem kazandıklarını... Hacı Bektaş'ın yattığı, türbesinin bulunduğu odaya giriyorum; inanmak çok güzel geliyor o ân. Anlatamadığım, anlatmaya kıyamadığım bir his içimde. Tatması bambaşka bir ağırlık. Çile hane'ye giriyorum sonra. Kesif bir koku, derin bir sancı. Yaklaşık bir saat sonra kendimizi türbenin önündeki bankta otururken buluyoruz. Hepimizde içerdeki duygularımıza bir neden arayışı var. Her birimizde buna bir cevap bulmuşuzdur sanırım.
Ruhumuzu hissetmenin gönlümüze, bilincimize doldurduğu hayretle tekrar biniyoruz arabaya...
Yolumuzda Kırşehir var. Kırşehir'e vardığımızda tabiki Neşet Ertaş ve Abdallar geliyor aklımıza. Şehri dolaşmaya başlıyoruz. Kalabalık bir park görüyoruz, o kadar kalabalık ki bu çekiyor bizi oraya. Çok fazla dolaşmadan oturuyoruz. İçli Gözleme (patlıcanlı) ve çay, burada böyle doyuyor karnımız. Yolumuz uzun, vaktimiz dar, yola çıkamamız lazım. Abdalları görmeden hiç bir tat alamıyoruz Kırşehir'den. Öyle eksik terk ediyoruz orayı..
Çiçek Dağı tabelasının yanında Yer Köy tabelası da var. Birden babam geliyor aklıma, "Bizim köy Yer köy civarında" demişti. İçimi, doğduğumdan beri gitmediğim köyümün yakınlarında olmanın heyecanı sarıyor. Anlatıyorum arkadaşlara. Heyecanıma ortak olup yakınsa gidebileceğimizi söylüyorlar. Bir benzincide benzin alırken soruyorum "Pamucak" (Penpecik) nerede diye. O kadar yaklaşmışız ki.. Yozgat'a varmadan giriyoruz köy yoluna. Neyle ve kimle karşılaşacağımı bilmeden tabelaları ve bize tarif edilen yolu izliyoruz. Köye vardığımız da bir kaç kişiyi bir evin bahçesinde motor gibi bir şeyle uğraşırken görüp duruyoruz. Ne diyeceğim peki? Arabadan iniyorum ve bana merakla bakan gözlerin karşısında durup "Ben bu köylüyüm" diyorum. Bakışlar değişiyor birden. "Kimlerdensin" diyorlar. Babamı ve dedemi söylüyorum. Köklere kavuşmak hayatım boyunca hiç tatmadığım bir duyguydu o ânâ kadar. Hemen tanıyorlar dedemi, babamı. Bir amca, -daha sonradan akrabası olduğumu söyledi- elindeki işi bırakıp bizi karşıdaki eve davet ediyor. Bahçede oturuyoruz, erik ağacını ve yerde duran kaseyi gösteriyor, ellerimle o evin bir oğlu olarak topluyorum erikleri. Misafirim ama içimde arkadaşlarıma karşı ince bir misafirperverlik de var. Amcanın karısı ayran getiriyor. Hem artık köye kimsenin gelmediğinden dem vuruyorlar hem de benim gelmiş olmama seviniyorlar. Biraz sohbet ediyoruz; neden burdayız, nereden geliyoruz, nereye-niçin gidiyoruz. Babam nasıl, amcamlar nasıl?.. Bildik ama tatlı bir sohbet. Vakit daralıyor, yol bizi çağırıyor. Köyden çıkarken "vay be" diyorum içimden, "burasıymış!"
Yozgat'a varıp Çorum yoluna giriyoruz. Artık karadenize yaklaştığımızı farkettirircesine çılgın bir yağmur başlıyor. Çorum'a gelip de leblebi yememek olur mu? Yol boyunca dizilmiş leblebi dükkanlarından birinin önünde duruyoruz. Acılı leblebi seviyor Yalçın.
Çorum'dan Merzifon'a varıyoruz. Yol çalışmaları bizi çok yıpratıyor. Hele Merzifon- Samsun yolu çok kötü. Yol bıktırıyor, Samsun'a ayak basmak istiyoruz artık!
Nihayet Samsun. Normal şartlarda öğleden sonra, akşam üstü varmamız gereken Samsun'a, biz geceyarısı anca varıyoruz. Serdar bizi karşılıyor. Daha erken beklediklerinden ocağa çok erken koydukları çayın sıcak durması için sayısız ısıtıldığını söylüyor,gülüyoruz, yorgunuz, acız.
Serdar'ın annesi öyle bir sofra hazırlamış ki bizi daha başka ne bu kadar mutlu edebilirdi acaba o ân? Bir hışımla sofraya oturuyoruz. Sohbet çok güzel ama gözlerimizden uyku akıyor ve sabah geldiğimiz yol kadar daha yol gideceğiz.
Mersin'deki gibi güneş doğmadan kalkıyoruz. Daha doğrusu kaldırılıyorum. Soner yola sabah erken çıkma konusunda çok kararlı. Çünkü o biliyor önümüzdeki yolu, karanlığa kalmamamız gerektiğini. O biliyor ve çok haklı olduğunu hava kararıp da daha varamadığımız vakitler anlıyoruz.
Karadenizdeyiz artık. Herşey çok farklı. İnsanlar, tavırları, şiveleri, müzikleri, doğa.. Samsunlu Serdarla Artvinli Soner'den karadeniz insanın tipik özelliklerini öğreniyoruz, daha sonra yaşayarak da pekiştiriyoruz bunları.
Her ilçesinin her şehrinin bildiğimiz bir türküsü var Karadenizin. Ünye'yi geçiyoruz, Fatsa'yı geçiyoruz. Geçerken bildiğimiz türkülerini söylüyoruz. Ordu'da kahvaltı için duruyoruz. Gide gide "Rızanın Çay Ocağı-Çalgıcıların Yeri"nde kendimizi buluyoruz. Biz de çalgıcıyız ve Rıza Baba çalgıcıları gerçekten seviyor. Orada da nereden gelip nereye niçin gittiğimize dair ufak bir muhabbetten sonra tekrar çıkıyoruz yola.
Karadeniz sahil boyuna yapılan üç şeritli yol oradayken çok hoşumuza gidiyor ama Mersin'e döndükten sonra Giresun'da sel felaketi oluyor ve uzmanlar aslında o yolun yol değil baraj görevini gördüğünü, oraya hiç uygun bir yol olmadığını anlatıyorlar gazetelerde.
Oy Giresun Bulancak Oy Giresun Bulancak türküsüyle Giresun'a giriyoruz. Zaman kısıtlı ve Giresun'un içine girmeden sahil yolundan Trabzon'a gidiyoruz. Ama tabiki Trabzon görülmeli.
Trabzan büyük şeher oy doyamadım tadına/ Uzaktan sevmak olmaz gel yakına yakına.. Evet Trabzon büyük şehir ve bana biraz İstanbul'u andırıyor. Şehrin içini biraz geziyoruz, bir pidecide birer kır pidesi yedikten sonra tekrar düşüyoruz yola. Yolda olmak ne güzel.
Harita önümüzde ve Soner tanıdıklarıyla telefonlaşıp İkizdere'de üzerinden Ovit Dağı Geçidi yolunu kullanarak yolu kısaltabileceğimizi söylüyor. Diğer seçeneğimizde Hopa-Artvin üzerinden gitmek. Ovit Dağı'nda karar kılıyoruz. Rize'ye varmadan dağ tarafına sapıyoruz İkizdere'den ve hemen sonra başlıyor Karadenizin eşsiz yeşil doğası. Oralarda olmak çok mutlu ediyor hepimizi. Bir nehir kıyısından vadi yolunu takip ederek tırmanmaya başlıyoruz. Hava soğuyor. Dağ yamacında çay içebileceğimiz bir mekanda duruyoruz. Çay artık demlikle geliyor önümüze.
Ve Ovit Dağı. Dağlara neden türküler yakıldığını anlıyorum orada. Karlı dağlar geçit vermez olunca / Gidilmez o yare / Dağlar...
Daha yükseğe çıktıkça o sık ve yeşil ağaçların yerini sarı otlar ve kayalar almaya başlıyor. O tertemiz dağ havasını solumak için bir kenarda duruyoruz, arabadan inip var gücümüzle bağırıyoruz, hesapsız, özgürce. Aşağıdan baktığımızda yükseklerdeki bulutları görünce Deniz "o bulutların oraya gitsek" demişti. Ve oradayız. Sis içinde görüş mesafesi üç-beş metre, ağır ağır ilerliyoruz. Dağı ve sisleri geçiyoruz. Önümüzdeki ilk yerleşim yeri İspir. İspire vardığımızda Yusufeli-Kılıçkaya yolunun yol çalışması nedeniyle kapalı olduğunu öğrenip diğer bekleyen araçlarla biz de beklemeye başlıyoruz. Yarım saat kadar sonra yol açılıyor ve Ovit Dağı yolundan daha dar ve keskin virajları olan bir dağ yoluna giriyoruz.
Ve doğanın gücü bizi durduruyor. Ufak da olsa bir sel çakıl yolu darmadağan etmiş. Hafif meyilli yaklaşık yüz metrelik bir iniş sel yolu olmuş. İniyoruz arabadan ve yoldan geçebilir miyiz kaygısıyla yolu kenardan kenardan incelemeye başlıyoruz. Bir dağ başındayız, telefonlarmız çekmiyor, karanlığa kalmamalıyız. Soner daha tecrübeli. "Bu araba burdan geçer" diyor. Arabanın nerelerden geçeceğini tespit edip endişe,inanç ve sağa sola diye bağırarak izliyoruz Yalçın cengaverin geçişini. Ama bu daha ilk. Bu kez başka bir sel vardığımız bir köyün hemen girişini kapatmış. Karşıda bekleyen ve arkamızda biriken araçlarla köylülerin bir saate kadar azalır demesi üzerine beklemek zorunda kalıyoruz. Bir kaç kendine güvenen araç zar zor geçiyor yolu ve artık hiç geçilmeyecek durumu da getiriyorlar böylece. Çaresiz bekliyoruz. Köylülerin dediği gibi kırk beş dakka sonra su azalıyor. Karanlık ve daha önümüzde en az iki saatlik yolumuzun olması bizi ani karar vermeye zorluyor. "Şimdi geçmemiz gerekiyor" diyoruz, "eğer karanlık basarsa geçeceğimiz yeri hiç göremeyeceğiz". Yalçın yine iş başında ve başarıyor.
Zorlu Karadenizin dağları. Serdar, festival alanına giderken "Buraya festival yapanların elini öpmek lazım" demişti.
Şimdi artık Soner'in köyüne varmak üzereyiz. Karanlık basmış ve anca uzaklardan göz kırpan bir kaç evin ışığını görebiliyoruz. Yol dar, öyleki; karşımızdan bir araba gelse ne yapacağımızı bilmiyoruz ve ben arka koltukta sol tarafta oturuyorum. Yolun solu uçurum. Moralim bozuluyor, sessizleşiyorum. İster istemez kaygılanıyorum ve diğerlerine de yansıtıyorum. Serdarla yer değiştiriyorum ve Serdar'da şakayla karışık oturduğu yerin gerçekten moral bozduğunu söylüyor. Ve yol bitmek bilmiyor.
Ama her yolun bir sonu vardır elbet, şüphesiz. Kılıçkaya'ya varıyoruz. Soner'in babası, abisi ve oradaki herkes bizi bekliyor. Gelişimizle onlarda da derin bir rahatlama oluyor.
Sonerlerin evine geçiyoruz. Samsun'a vardığımızdaki yorgunluğumuzdan çok daha yorgunuz. Köy ekmeğiyle köy peyniriyle, dolmalarla donatılmış sofraya büyük bir iştahla oturuyoruz. Yemek sonrası repertuara bir göz gezdirmek için balkona geçiyoruz. Tatlı bir serinlik var havada ve usul usul akan bir suyun sesi bize sanki ninni oluyor. Sabah festival alanına Aros'a çıkacağız.
Sabah oluyor ve kahvaltıda ömrümde ilk kez Kuymak yiyorum. Kuymak çok güzel. Kahvaltıdan sonra hazırlanmaya başlıyoruz. Soner Mersin'deyken üzerimize kalın giyecekler almamızı söylemişti. Giysilerimizi alıp köy meydanına bizi götürecek herhangi bir aracı beklemek için gidiyoruz. Beklerken sakallarımdan arınmak istiyorum ve köyün berberine gidiyorum. Ben hayatımda ilk defa Kılıçkaya'da bıyık bırakıyorum o gün. Denizle Serdar beklerken kaldırımda müzik yapıyorlar. Ben de katılıyorum onlara, köylüler bakıyor, dinliyor, seviyor. Her geçen içten selamlıyor bizi.
Sertaç önceden bir tanıdıkla gitmiş, Sonerle Yalçın da daha sonra gelecekler. Arosa çıkacak bir kamyonun arkasına (Ben Deniz ve Serdar) atlıyoruz ve patika yolundan Aros'a çıkıyoruz.
Aros. Bir yayla festivali işte böyle olmalı. Tahmini bin kişi. Çadırlar, kamplar, pazar, brandalardan örtülü bir kahve, kıtlama şeker, cağ kebapçısı, aileler, çocuklar, gençler, mangallar, müzik, horon, halay...
Sertaç buluyor bizi kamyondan iner inmez ve kahveye gidip oturuyoruz. Akşam dokuzda sahne alacağız ve Sonerleri bekliyoruz. Yağmur bastıyor. Eşyalarımızı tanıdıkların arabalarına bırakıp alana çıkıyoruz. Sahne de yöresel müzisyenler var. Bir klavye ve tulum eşliğinde yöresel halaylar çekiliyor. Halay çekiyoruz önce yerimizde sonra karışıyoruz büyük halaya. Serçe parmağımı kırarcasına sert tutuyor ve çekiyor elimi yanımdaki genç. Sonerler geldiğinde söyleyeceğimiz türküleri kontrol ediyoruz. Kaçkar Tv canlı yayın yapıyormuş ve oraya gelen her grup televizyona çıksın diye bizi bir yarım saat sahneye alacaklarmış haberi geliyor ve hava kararmadan sahneye çıkıyoruz. Oradaki herşey ve herkes gibi sahnede de güzel bir samimiyet yakalıyoruz izleyenlerle. Sahneden indikten sonra artık hava kararmadan çadırları kurmamız gerektiğini söylüyorlar oradaki arkadaşlar. Geçen sene kamp kurdukları yeri buluyoruz ve getirdiğimiz çadırları açıyoruz. Tabiki kamp ateşi de lazım, bunun için de odun lazım. Oradaki daha tecrübeli bir grup soner ve Serdar da dahil yamaç aşağı kayboluyorlar odun bulmak üzere. Hava soğuyor ve kararıyor.Üstüne de yağmur yağıp getirilen odunlar ıslanınca bizim ateşten kimsenin ümidi kalmıyor.
Zaman sahne zamanı.. Son grup biziz ve orada bizi bekleyen ciddi bir genç kitle var. Onlarla bir arada olmak, beraber söylemek o kadar güzeldi ki. Ama amansız yağmur daha fazla sahnede kalmamıza izin vermiyor, sahnenin tadı damağımızda kalarak bırakmak zorunda kalıyoruz. Kendimizi kahveye atıyoruz yağmurdan kaça kaça. Gittimizde akşamında etkisiyle çay faslı bitmiş alkol faslına geçmiş bir masada buluyoruz kendimizi. Herkes birbirini tanıyor. Kasa kasa bira geliyor ve sürekli türküler söyleniyor. Kadehler vargüçle bağırılarak kaldırılıyor. Tekrar türküler, arada bir gaza gelinip halay tutuşmacalar. Espriler, kahkahalar... O akşamı hayatım boyunca unutmayacağım.
Gece üç-dört gibi artık alkolun etkisiyle de anca kopabiliyoruz oradan ve bir başka mekana, mangalın ve kamp ateşinin yandığı bir yere enstrumanlarımızla gidiyoruz. Orada da sabahı ediyoruz. Sabah gün hafif ışımış ve kendi kamp yerimizdeyiz. Ben inat ediyorum ateşi yakmaya. Oradaki arkadaşlarında büyük yardımlarıyla tutuşturuyoruz ateşi. Çocuklar gibi mutlu oluyorum o ateşin yandığına. Sonra semaverde çay getiriyor arkadaşlar, semaverin ortasındaki boşluğa ateşten aldığımız közleri atıp suyunu öyle kaynatıyoruz. Herkes yavaş yavaş uykuya çekiliyor çadırlara. Az biraz arabada uyuyorum. Üç saatlik uyku o dağ havasında yetiyor artıyor bile. Kalkınca Yalçın'ında uyandığını görüyorum. "Hadi" diyorum, "kahvaltılık bir şeyler bulalım". Soner'in annesinin yanına çadırlarına gidiyoruz. Annesi bizim için sabahtan hazırlamış kahvaltılıkları. Her birşeyi alıp çadırların önünde kahvaltı kuruyoruz Yalçınla. Birer birer kalkıyor diğerleri ve kahvaltıdan sonra sarılıp vedalaşıyoruz. Uzun bir yolculuk daha bizi bekliyor. Soner'i orada bırakıp Erzurum yoluna sapıyoruz Yusufeli'nden.
Erzurum'a varmadan önce Tortum Gölü'nün yanından geçiyoruz. Kenarda durup gölün ve manzaranın tadını çıkarıyoruz. Sonra az biraz daha gittiğimizde gölün kenarında karavanların park ettiği bir tesis görüyoruz. Orayı geçtikten sonra "orada durmalıydık ve rica edip gölün kenarında biraz müzik yapmalıydık" diye konuşuyoruz aramızda. Yalçın birden durup geri dönüyor.
Müzisyen olduğumuzu, gölün kıyısında oturup birer çay içip biraz müzik yapmak istediğimizi söylüyoruz oradaki çalışanlara. Hatta orada duraklamış yabancı gezginleri de davet ediyoruz. Çayımız yine demlikte geliyor. Enstrumanları çıkarıp çalmaya başlıyoruz. Yabancılar da geliyorlar daha sonra yanımıza, diğer orada soluklananların da kulak kabarttıklarını hissediyoruz. Bir saat kadar sonra toparlanıp giderken, çay borcumuzun olamdığını söylüyor işletmeci ve orada bulunan herkesten bir eyvallah alıp Erzurum-Erzincan yolunu tutuyoruz.
Erzurumun yanından Erzincan yoluna saptığımızda hava kararmaya başlıyor. Sabah Mersin'de olmamız gerekitiğinden çok fazla duraklamayıp Yalçınla direksiyonu değişe değişe tam gaz yola devam ediyoruz. Sivas Aşkale'de durup birşeyler yedikten sonra Kayseri'ye kadar durmuyoruz ve Kayseri'nin çıkışında bir mola verip Niğde yolundan Adana-Pozantı'ya varıyoruz. Ve Toroslar, otoban, Mersin'e yaklaşıyoruz. Ve nihayet Mersin.. Sıcak,sıcak,sıcak ama eve kavuşmak gibisi yok!
Gidiş dönüş yolu