27 Nisan 2009 Pazartesi

...

Çoğumuz biliriz. Mutlu Olma Sanatı, Mutluluğun Yolları, Mutluluğu Keşfet, hisset, Mutluluk İçimizde gibi kitaplardan tutun da forward e-mailler, arkadaş sohbetlerindeki iyi niyetli geyikler, filmler, magazin programları, mutlu insanların mutlu öyküleri...

Herkesin dilinde bir mutluluktur gidiyor. Herkes herkesin mutlu olmasını, iyi şartlarda yaşamasını istiyor. Kimse savaş olsun, insanlar ölsün istemiyor. Tüm dünya insanları mutluluk arıyor ve tüm dünyanın mutlu olmasını istiyor.

Ama sanki bir yerlerde bir tezat var gibi değil mi?

Bir yandan da şöyle düşünüyor galiba insanlar; arzu ettiklerime kavuşayım, istediğim bazı şeyler var, çok değil -ki biz toplum olarak aza tamah etmeyi erdem sayarız- gibi gibi gibi...

Hatta bununla da ilgili tüm insanlığı yönlendiren o kadar çok etken var ki; Sır, Düşünce Gücü ve benzeri... Bir de genlerimize işlemiş olan "iste olur" mantığı.
***
Aslında -flash,flaş,flash-
Tüm dünya mutsuz, ve herkes kendini düşünüyor. Ya da tamam bu kadar katı bakmayalım, o zaman çoğunluk mutsuz ve çoğunluk kendini düşünüyor. Ama sadece kendini düşünmek zorunda kalan çoğunluğun istedikleri -tamah ettikleri- hiç bir şey gerçekleşmiyor hayatlarında. Bunun yanı sıra, istediklerini gerçekleştiren bir azınlık da azımsanacak kadar da değil hani! Onlar bu dünyada süregelen tarih ve bu tarihin getirdiği sistem içinde istediklerini gerçekleştirebilecek duruma gelmişler.

Aaaa, onlar ve diğerleri.. Aaaa, bu grup şu grup... Aaaa, bu sınıf şu sınıf...Aaa alt, üst..Kimliksizler, mülksüzler ve diğerleri, ötekiler... Bölünerek çoğalır aslında insanoğlu, mayoz-mitoz değil; emperyoz-kapitoz şeklinde...

Bir şey diycem. Büyük harflerle, altı çizili, tırnak içinde söyliycem hem de, çünkü önemli.
kölelik devam ediyor.. ayyy bağıramadım ve önemini tam vurgulayamadım sanırım. tekrar deniyorum bağırmayı.. kölelik devam ediyor.. Bağıramıyorum, düşünüyorum, yazıyorum hatta söylüyorum ama bağıramıyorum. kölelik devam ediyor. Herkes mutsuz, herkes dertli, kimse geleceğinden umutlu değil. kölelik devam ediyor.

Hiç birşey olduğu yok. Değişen hiç bir şey yok. Söylüyorum işte. Tamam bağıramıyorum ama anlatıyorum derdimi(zi).

Kimse canının istediğini yapamıyor, kimse gitmek istediği yere gidemiyor. Ülkemde doğup başka coğrafyaları görme hayaliyle tutuşan çoğu insan doğduğu mahallede yaşlandı ve öldü. Gidemedi hiç bir yere. kölelik devam ediyor. Herhangi bir şeye yetenekli çoğu insan, bu topraklarda doğdu- ne güzel- ve kimi yeteneğini keşfedemedi, kimi keşfetti ama ne işe yarardı ki, kimi bir işe yarayacağını zannetti, öldüler. herkes mutsuz, kimse kendi hayatından memnun değil. Herkes dertli, herkesin sorunları var. Güzeli arayanlar oldu, mutluluğu kitaplarda değil, en yakınında arayanlar oldu. Bulamadılar, herkes dertli, kimse mutlu değil, kölelik devam ediyor.

Bir şiir.
Selam gelecek günler (eskiden güzel günler derdi insanlar şimdi şüpheli tabii)
selam yarın (umutlu yarınlar vardı, şimdi sokakta geçirilen her gün ertesi güne bir umutsuzluk taşıyor)
*
yaşıyorsam eğer, bu kadar hevesliysem;
sen hiç heveslenme sistem, senin sayende değil.
seviyorsam eğer hâlâ ve umutlarım varsa,
sevinmeli insanlar, sevinmeli gelecek, sevinmeli daha açmamış çiçek ve doğmamış bebek...
Gözlerimde hâlâ bir inanç duruyorsa,
ve soluğumda aşk,
tenim hâlâ direniyorsa soğuğa-sıcağa,
ve ayaklarım yollara,
yalnızlık eskiden kalma kadim ve vefalı bir dost gibiyse beyaz beyaz,
sabahları uyanıyorsam,
yaşamaya inat ediyorsam hergün daha çok;
SADECE MUTLU BİR HUZUR İÇİNDİR HEPBİRLİKTE...

teşekkürler.
ö.e Nisan 2009

23 Nisan 2009 Perşembe

Kader, birini sevmek için oluşturduğun bir köprüdür.
bir filmden alıntı

22 Nisan 2009 Çarşamba

sessiz çığlık



Gerçekler ağır ve yıpratıcı, kabullenmesi zor. Benim değil bu gerçekler çünkü; hiç bir zaman olmadılar.. Hep dayatıldı, hep dayandım. Birilerinin doğrularıydılar bir zamanlar, gerçek olmadan önce. Doğrular çoğaldıkça gerçeğe dönüştüler. Aslında, o doğrular yanlıştı ve bu yanlışın yanlış olduğunu benim doğrularım biliyordu.

Sıkışmış ve hiç bir şey düşünemez bir haldeyim şimdi. Neden böyle olmak zorunda?
Kendimi hiç özgür hissetmiyorum ve kendini aramaktan yorgun düşmüş bir tutsak gibiyim artık.

Hep zihinsel olarak savaştım. Kendimi ve bana ait dünyamı esirlikten uzak tutmaya çalıştım. Ama şimdi görüyorum ki tek başıma kalmışım kendi doğrularımla yapayalnız, yapayanlış...

İnsanları anlamaya başlamıştım oysa. Sonra gözlemleyerek ve idrak ederek insanların özlerini; çoğunluğun fikirlerinin ve eylemlerinin benim gerçek bildiklerimle örtüşmediğini ve samimiyetsiz bir bencillikle dolu olduklarını anladım. Azınlıkta kalmıştım, karanlıkta, açlıkta ama insanlıkta.

Yazılı olmayan toplumsal kurallarla çelişiyorum. Evet, aslında bu tamamen böyle. Toplumla çelişmek!

Âhlâksızlık dedikleri şeyleri yapmamak, kınanmamak, dışlanmamak, yaftalanmamak kaygısıyla kendimi toplumun değer yargılarına adadım ben. Hükümsüzdür.

Doğduğumdan beri yaşadığım -yaşatılan- gerçeklerin aslında derin bir korkudan beslendiğini çok sonra anladım; bu korkuların esiri olduktan sonra. Ve bu korkular silsilesiyle okula gittim, insanlarla tanıştım, yaşamaya alıştım. Hep içsel bir güvensizlikle, sürekli bir şizofreni ve yaşayabilme -hayatı idame ettirme- endişesiyle. Çünkü insanlar acımasızlar!? Herkes böyle söylüyordu. Gazeteler, televizyon. Herkes açtı, açıktaydı. Aç insan dünyanın en tehlikeli varlığıymış; öyle söylüyorlardı, öyle öğretiyorlardı. Ve cahillik!!!

Gitgide artık kimseye kendimi anlatamadığım bir hale gelmişti dünya ve insanlar, beni anlamaktansa toplum gerçeklerine esir olmayı seçtiler.

Uzun saçlı veya küpeli ya da hem uzun saçlı hem küpeli genç erkeklerin eşcinsellikle suçlandığı - ki bu bir suçsa ki eçcinsel olmadıkları halde- ve hatta kısa saçlı ve küpesiz erkekler tarafından tartaklandıkları bir ülkede yaşıyorum.

Kadın doğdukları için doğdukları andan itibaren başları önde, göğüsleri içerilerinde, kadınlıklarıyla küs büyütülen asosyal ve özgüvensiz yurdum kadınlarıyla yaşıyoruz biz erkekler, aynı ülkede aynı şehirde aynı sokak ve aynı evde. Ve sosyal durum bu vaziyetteyken erkekler de kadınlar kadar dar bir alana kıstırılıyor ve suçlanıyorlar. Potansiyel tecavüzcü erkeklerle ifâl edilme potansiyeline sahip kadınlar ülkesi mi burası. Ve bu kadar ilkel olmadığı düşünülse bile; içerimizde bir yerlerde genlerimizde bize yüklenmiş ve zihnimize kazınmış değil mi bütün bu söylediklerim?

Hatasız kul olmaz kulluğuyla inancını perçinleyen halkım; kendi oğlundan, kızından ve çevresinden hep mükemmelliği bekler bilinçsiz. Herkes hatalıdır aslında, herkes kuldur ama kimse bir diğerini kendini tolore ettiği kadar hoş görmez.

İnsan, yalnızca kendini değiştirme gücündedir. Ve insan değşitikçe değişir dünya.

Aile ya da toplum baskısı dedikleri öyle gözle görünür şey değildir. Bize şah damarımız kadar yakındır. Başta ailesinin, sonrasında toplumun kınayan gözlerinin ve kınayan sözlerinin ağırlığını sırtlamayı göze alan bilinçli nesil aslında kimse bilmese de iyinin ve güzelin peşindedir. Ama cahil ve bilinçsiz toplum, kendi cahilliğinin farkında olacak ki kendinden sonrakine hiç bir şey katamadığını biliyor ve yeni nesilden iyiye dair güzele dair hiç bir şey beklemiyor. Aksine hep hatalarını ve başarısızlıklarını gözlemliyor. Kendi kendini bir şekilde geliştiren ve değiştiren yeni nesil ise kendinden önceki tarafından hep küçüklükle, akılsızlıkla ve tecrübesizlikle suçlanarak ya kendi kabuğuna çekiliyor ya da mücadelesine devam ediyor ama yine yalnız, yine topluma göre yanlış.

Özellikle erkeğe ve kadına, ayrımcı bir şekilde biçilmiş roller altında hayatına yeni başlayacak olan yeni yetme gözleri kapalı doğuyor, gözler açılmıyor, - çünkü bu bir mücadele sonucunda olacak bir şey- gözler kapalı büyüyor, gözleri kapalı bir şekilde ölüyor. Bu dünyadaki amacı birilerinin istediği gibi mi yaşamaktı onun? Onu bilemiyor.

Gözlerimiz kapalı. O yüzden neye dokunsak önce korkuyoruz. Nereye adım atsak temkinliyiz. Etrafa hakim olamadığımız için sürekli bir güvensizlik içindeyiz. Kimle konuşmamız istenirse onunla konuşuyoruz. Bizi nereye götürürlerse oraya gidiyoruz. Bize ne derlerse onu biliyoruz. Bize nasıl öğrettilerse öyle yaşıyoruz. Aksini düşünmek aklımıza gelse de gözler kapalı olduktan sonra bu düşünceler insan psikolojisinin kendi kendine yaptığı küçük beyin oyunlarından ileri gidemiyor.


Karanlıkta, ışıksız siyah bir umut beliriyor içinde bu sosyal âmâ insanın. Kendinden sonrakinin gözleri açık doğması ya da hiç değilse gözleri açık büyümesi. Ve hayatının amacını bulduğunu düşünüyor o ân.. Bundan sonra kendi gözleriyle zaten hiç ilgilenmiyor.

Umut doğuyor. Şimdilik gözleri kapalı. Kör ama bir şeylerin değişmesi gerektiğini düşünen ebeveyn, içgüdüsel bir savaşla çocuğunun gözlerini açıyor ve çocuk artık gözleri açık büyüyor. Ama heyhat, ebeveynin hiç görmediği bir dünyayı anlamaya ve yaşamaya başlayan genç ne anlatabiliyor gerçekleri ailesine, çevresine ne de gözleri açılmamış akranlarına.

O ânda başlıyor ölüm işte.


ö.e Nisan 2009

19 Nisan 2009 Pazar

Buket Uzuner'in "Ayın En Çıplak Günü" adlı kitabında "Yerli Filmlerle Büyümüş Kız Çocuklarından Birisi" adlı öyküsünden alıntılar ve anladıklarım.

Bir kadın ve bir erkek. Birbirlerini sevdikleri, elele ormanda güle oynaya yürümelerinden ve göz süzüp bakışmalarından belli. Türk filmlerinin mutlu sonu işte. Biz normal aşıkların hiçbir zaman yapmadığı yanak yanağa yüzleri kameraya dönük sırıtmaları. Ormanın içinde mutlu oldukları artık izleyici tarafından onaylanmış bir şekilde kaybolmaları ve MUTLU SON.

Alıntı- "Siyah, kocaman gözleri merak ve ilgiyle büyülenmişcesine perdeye takılıp kalan yedi yaşındaki kız çocuğu 'SON' yazısını görünce fena halde bozuluyordu. Onun hep görmek istediği, elele koşan kadınla erkeğin daha sonra ne yaptıkları, nasıl yaşadıkları."

Altıntı- "Acaba filmdeki kadınla erkek bundan böyle hep son sahnedeki gibi mutlu mu oluyorlardı? Hiç mi kavga etmiyor, üzülmüyor, ağlamıyor, parasız kalmıyorlardı?

Annesi ise bu mutlu son yazısını görünce acı bir tebessüm ederdi istemsiz. Akşam eve döndüklerinde hiç bir şey filmlerdeki gibi olmuyordu. Küçük kız annesiyle babasının neden kavga ettiğini anlamıyor ve onların da neden filmlerdeki gibi ormanda elele koşmadıklarını soruyordu kendi kendine.

***
Alıntı- "Bir yaz günü. Temmuz."

Uzun saçlı kumral bir kız, bu ılık temmuz gününde hafifte olsa üşümüş ve plajın kahvesinde güneş şemsiyelerinin altında çay ve sigara içen sarışın, ince uzun genç adama doğru yürümekte.

Alıntı- "Genç adam kulağının dibinde top patlasa duymayacak denli dalmıştı, ama uzaktan üzerine dökülmüş bir çift gözü hissetti, baktı. Birbirlerini gördüler. Dudaklarında belirsiz bir gülümsemeyle kalktı, kıza doğru yürüdü. Bikinisinin üzerine havlu ve entari giydi kız özensiz, haldur huldur, isteksiz... Hiç konuşmadan, hiç dokunmadan kıyı boyu yürüyüşe çıktılar. Adam kızın kocasıydı.


***
Bu sefer başka bir ormanda başka bir kadın erkek çifti, deli gibi yağan yağmurdan kaçmak için orada tesadüfen buldukları terkedilmiş ahşap bir eve sığınırlar. Karanlıktır ve şimşeklerin ani parlaklıkları ortamı daha da germektedir. Kesinlikle orada bir şömine olur ve erkek yine orada hali hazırdaki odunlarla şömineyi yakar. Islanmış elbiseler çıkartılmalıdır ve çıkardıklarında nedense erkek değil kadın biraz utanır. Fonda önce acıklı başlayan keman biraz daha gergin notalarda gezinmeye başlar. İzleyici tüm bu olanlardan artık kötü birşeyler olacağını bilir ve film nabza göre ayarlı filmlerdendir. Adam kadının üzerine yürür, kadın geriler. Adam güçlüdür ve kadına kilitlenmiştir. Kadın zavallı, ürkek ve kaçması olanaksızdır.

Alıntı- "Birlikte bir yerlerde hazır bekleyen yatağa devrilirler. Müzik yükselir. Beyaz perdeyi tümden kadının kırmızı tırnaklı eli kaplar. Kadın nereden bulmuşsa, bir kırmızı gülü avucunda sıkıp, parçalamaktadır. Müzik almış başını gitmektedir artık. Bundan sonraki sahnede aynı kadın, ahşap kulübede bulduğu karbeyazı çarşaflara sarılmış, ağlamakta, arada bir hıçkırarak, "Mahvoldum ben!" diye inlemektedir. Erkek donuk gözlerle yatakta oturmuş, sigara içmektedir.

Siyah, kocaman gözleri merak ve ilgiyle büyülenmişcesine perdeye takılıp kalan yedi yaşındaki kız çocuğu, filmlerde sık sık rastladığı ağlayan çıplak kadın neden ötürü 'mahvolduğunu' bir türlü anlayamadan, kafasında onlarca soru işaretiyle, annesinin elini tutup kadınlar matinesinden -hoşnutsuz- eve dönüyordu."

Sorular:
Kadının elinde sıkıp parçaladığı gülün dikenleri mi batmıştı eline ? Bu yüzden mi ağlıyordu?
Erkek kadının ağlamasına kayıtsız kalışmıştı, bu yüzden mi ağlıyordu kadın?
Sorular yanıtsız kalınca bir de aklına takılan bir erkek bir kadını nasıl mahvedebilirdi?

Alıntı-" Komşuları seyyar satıcı Osmanla karısı Aliye'yi düşündü. Osman içip eve sarhoş geldiği geceler, karısı Aliye'yi dövüyordu. Kadın çığlıklar içinde mahalleyi ayağa kaldırıyor, ağlıyordu. Dayağın ertesi günü, Aliye sanki o çığlıkları atıp, ağlayan başkasıymış gibi rahat, üstelik övünerek, kollarındaki bacaklarındaki çürükleri gösteriyor ve küçük kızın hiç anlamadığı başka bir dilde konuşur gibi "erkek değil mi sever de döver de " diye sırıtıyordu. Annesi dışında bütün mahalleli kadınlar Aliye'yi onaylıyorlar, annesi sessiz, hüzünlü, uysal ama diğerlerinin dışında kalıyordu."

Küçük kızın bundan çıkardığı tek sonuç erkeklerin kadınları döverek mahvetmediğiydi.

Alıntı- "Acaba bir erkeğin bir kadını 'mahvedebilmesi' için ille ikisinin de çıplak olması ve kadının elinde bir gülü sıkıp, parçalaması mı gerekiyordu. Şimdi de bir kadınla bir erkeğin çıplakken ne yapabilecekleri sorusu beliyordu önünde.

Çıplaklık ve cinsellik konusu, kulağına takılanlar, gördükleri ve hissettikleriyle: Kötü, pis, ayıp, günah ve gizli bir konuydu. O halde, kadınların 'mahvolmaları! ile cinsellik arasında bir ilişki kurulabilirdi."

Belki de babasıyla annesinin böyle olmaları babasının annesini mahvetmesi yüzünden olabilirdi.
***
Deniz kenarında konuşmadan ve birbirlerine dokunmadan yürüyen genç karı-koca kendi içlerinde dolaşıyorlardı sanki. Yabancı filmlerde yeni tanışanların birbirlerine sordukları "What's your story?" (Senin hikayen nedir?) sorusunu kendilerine sormuşlar ve kendilerine anlatıyorlarmış gibiydiler.

Onların hikayesi :

Alıntı- "İki üniversite öğrencisinin bildik öyküsü onlarınki. Hani onsekiz yaşında tanışıp, sonra kantinde çay bardakları ve sigara dumanı arasında tam da dehşetli bir politik tartışmaya girmişken. Sonra, baharda bütün dalların bir gecede çiçeklenen ağaçların gencecik telaşıyla gelen çoşkulu, içten, en doğal istekleri; bir kadınla bir erkeğin en ayıpsız, en günahsız güzelim birlikteliği... Cinselliği keşfi... İki yürek ve beynin fantezileri... İki insanın insancıl dostluğu, şefkati... Sevgiye ve sevgiliye duyulan katıksız inancın yaşı... İki çocuğun gözü bağlı gerçekçiliği ve fazla saf iyimserliği...

Derken öğrenci bütçesinin olmayan geliriyle çekilen sıkıntılar, aileye 'yük olma' endişeleri, borç para ile içilen kantin çayı... Bir de, şimdi saçma sapan gelen ama içinde yaşarken ölümcül önemine inanılan, binlerce ayrıntıyla savaşmak - komşunun damadı bizi durakta elele gördü, ya çenesini tutamaz da...- Delikanlının 'oğlunu kaybediyor' sanan annesinin paniği, kıza düşman kesilişi... Kızın ailesinin, "Daha iyi talipleri vardı" nakaratları ve kızın yaşantısına " sıkı denetim" getirmeleri... Falan filan... Hep bildiğimiz şeyler yani... En pratik, en kolay çözüm, ille de kafalarına vura vura çocukluktan beri kazıdıkları 'evlilik' cumbadanak atlamak?

Ne yapalım, eğer 'bir imza' için bunca kıyametler kopuyorsa, onlar gibi yaparız, gider hemen 'bir imza' atıveririz...ler lar ler..."

Ve erken atılan imza sonrasında, herşey iyi gidecek sanırlarken hiç akla gelmeyen ilişki sorunları başgösterir. Birbirlerini belki de şimdi tanıyorlardı ki bir evin sorumluğu, para sıkıntısı, aile içi ilişkiler üstüste geldi. Yaşanmamış gençlik ve yaşamalarına izin vermeyen bir yaşamı yaşamak zorunda kalmışlardı.

Alıntı- "Sahilde yürürken durdular; nasıl genç, nasıl yorgun, nasıl sevgi dolu ve nasıl çaresiz iki sevgili göz...Zoraki gülümsediler. İlk yirmilerinde ufuk çizgisini bulamamaktan yaşlı, yeniden yürüdüler."
***
Başka bir film. Ana kız varoş bir mahallede yaşamaktadırlar. Annesi kızını terzilik yaparak bugünlere getirmiştir. (kamera kumaşlara zoom). Kız eve gelir ve annesine mutlu gözlerle o gün olan biteni anlatmaktadır.

Alıntı- "Hani çalıştığı fabrikanın sahibi ırzına geçmek istediği için, işini terk edip çılgınca yollara düştüğü için arabasıyla hafifçe çarpan yakışıklı, zengin genç doktor vardır ya, işte o, bugün kendisine evlenme teklif etmiştir.

Daha sonraki sahnede, mahalledeki kafaları traşlı oğlan ve fıskiye saçlı kız çocuklarının sevinç çığlıkları arasında, beyaz impala arabasıyla yakışıklı, zengin genç doktor belirir."

Gelinliği içinde çıkar o varoş mahallenin yoksul evinden ve karşısındaki genç yakışıklı doktor 'Hayatımın Kadınısın' der , dünyanın en mutlusu O'dur o ân.

İmpala arabaya binerler ve arabanın arka camında 'SON' yazar.

Alıntı: "Kadınlar matinesini izleyenlerin 'eh, güzel kızdı doğrusu, o güzellikte o mahallede sürünecek değildi ya...' , 'şanslı kızmış kardeş, turnayı gözünden vurdu vallahi...' sözlerini kulağına takıp, annesinin elini tutup, kafasındaki yeni sorularla -hoşnutsuz- eve dönüyordu küçük kız.

Demek güzel kızların yoksulluk çekmesi haksızlıktı. Elleri çenesinde, dirsekleri masaya dayalı düşünüyordu. İyi ama, annesi yoksulluğu hak edecek denli çirkin miydi yani? Komşular sık sık demiyorlar mıydı:'Maşallah kız, tıpkı Kraliçe Süreyya'ya benziyorsun...Sendeki şu cilt, şu gözler bizde olsaydı?...

Peki, o halde neden, bütün gün çılgınlar gibi çalışan, çeşmeden kovalarla su taşıyıp, çamaşırları, bulaşığı yıkayan, pazara gidip, herşeyin ucuzunu alabilmek için savaşıp yemekler yapan, kardeşinin altını temizleyip ona meme veren annesi, beyaz arabalı, varsıl doktorla değil de, her şeye çabucak öfkelenen, yemekten hemen sonra büyük gürültülü horultularla uyuyan, az konuşup, az gülen babasıyla evlenmişti?

Neden babası doktor değil de matbaa işçisiydi? Bir de kendi yaşamını belirleyecek olanın güzellik-varsıllık mı yoksa çirkinlik-yoksulluk mu olacağını düşünüyordu küçük kız. Başka ne olabilirdi? Ya kendine 'hayatımın kadınısın' diyen birini bulamazsa? iyi ama 'hayatımın kadınısın' ne demek ki?"

***

Sahilde sessiz sedasız sanki uzun süredir böyleymişcesine bu hale alışkın bir vaziyette yürüyen geç karı-koca artık birinin sessizliği bozması gerektiğini düşünmeye başlamışlardı.

Alıntı- " 'Biz' dedi genç kız kocasına bakarak ve öksürdü, boğazını temizledi. 'Biz bütün yanlışlardan tek başımıza sorumlu değiliz! Taa başında büyük bir yanlışın içinde eğitildik. Kim olduğumuzu aramak yerine, nasıl olmamız gerektiği öğretildi bize. Her yerde böyleydi bu...Okulda, evde, mahallede, oyunda, masallarda, tekerlemelerde ve sinemalarda...' Sesi titredi, sustu.

Delikanlı onun kaldığı yerden devam etmeye başladı:'Tamamen doğru. Ben kendimi tanımadan, bilemden sana hem arkadaş, hem sevgili, hem koca olmaya kalktım. Yani senin her şeyin olmam gerektiğini sandım...Senden de aynı şeyleri bekledim. İki insan birbirine ömür boyu her konuda yeter mi? Ucuz aşk romanlarını, kötü Hoıllywood filmlerindeki sahte kahramanları oynamayı denedik! Üstelik onlara güler, onları yıkmayı amaçlarken...'

Siyah kocaman gözlü genç kadın mırıldandı, 'bir de yerli filmler...'

'Olmamız gerekenle, kendi oluşumuz arasındaki farklılıkların yarattığı berbat düş kırıklıklarının altında ezilmek bir yana ' dedi genç adam, sigarasını kaçıran varmışcasına üst üste içti, 'sevdiği birini mutlu edememenin sorumluğunu, suçluluğunu yaşamak...' İkisi de başlarını 'doğru' anlamında salladılar.

'Bunlara bağlı cinsel isteksizlikler, yitirilen güelim cinsellik...' İşte hepsi buydu toplam dört yıllık beraberliğin, iki yıllık evliliğin! Uzun zamandır ilk kez hoşnut bakıştılar, sevgiyle gülümsediler.

Birbirlerine dokunsalar, bir daha hiç ayrılmayacak kadar sevdiler birbirlerini ama dokunmayacak kadar da büyümüşlerdi artık. Birbirini çok iyi tanıyan, çok sevmiş bedenlerin uyumlu müziğini dinleyerek birbirlerini bunca çok severken ayrılmak zorunluluğu ve gerçeğiyle içleri ezilerek personel tatil kampına geri döndüler.

Artık siyah iri gözlerinde soru işareti yerine, kocasının hiçbir zaman haberi olmayacak iki dolu gözyaşıyla dimdik yürüyen kadınla, kederli erkeği uzaktan görenler, 'Ne ideal bir çift!' diye düşüdüler."


Teşekkürler Buket Uzuner..İyi ki varsın...

5 Nisan 2009 Pazar

yaşadığınız yerin yakınlarında mutlaka gidilip görüldüğünde yaşamı artık eskisinden daha anlamlı kılan doğal güzellikler vardır. Ve dünya küçük...


Adını Antik Yunan'dan alan, hikayesi Zeus'un oğlu Işık Tanrısı Apollon'un Daphne adlı genç kıza aşık olması olan Hatay'ın ilçesi "Harbiye"ye gittim. Her klasik gezi yazısında söylenen bir şey vardır: "Görülmeye değer ya da mutlaka gidin" gibi gibi...Ben bundan farklı olarak size sadece kendi hissettiklerimi anlatmayı tercih ediyorum, gördüklerimi bile anlatmaktan çok.

Daha önce oraya gitmenin bilmişliğiyle sadece biraz olsun askerlikten uzaklaşmanın tadını çıkarıyordum otobüsten inip yürümeye başladığımızda. Ama daha sonra Harbiye'ye gelen herkesin uğramadan gitmediği o malum turistik bölgeye vardığımızda yıllar önce buraya uğramamış olduğumu anladım.

Yeşil rengin insana verdiği huzuru bilirsiniz. Hele bu renk bir de ağaçlardan bitkilerden geliyorsa, bu görüntünün üstüne şarıl şarıl her yerden fışkıran suların sesi ekleniyorsa, temiz ve ılık hava da hakimse o ânâ; zamanın bir ân durduğunu iddia edebilirsiniz.

Birden acıktım, çaysadım, nargile içesim geldi, hatta yatmak uzanmak uyumak istedim. Ama sadece bir yemeklik vaktimiz vardı. Suyun etkisiyle olacak balık sipariş ettik, alabalık. Gerçi o mekânın güzeliğine sığınan sıradan bir pişirimle geldi önümüze ama çok da aldırmadan yedik balığımızı,tazeydi ve gerçekten alaydı, bu bize yetti. ( Alabalık en güzel tereyağlı oluyor bu arada, ama orada tereyağ ve balık birlikteliği çok denenmeyen birşey olacak ki ayrı olarak tereyağ istediğimde garson çocuk bunun nedenini anlamamış gözlerle baktı bana ve çok sorgulamadan getirmesini beklediğim bir kaşık tereyağ da gelmedi zaten)

Bulunduğumuz yerin Antakya olmasından kaynaklı galiba damak zevki çıtam biraz yüksekti. Sonuçta Antakya yemekleriyle, mezeleriyle tanınmış bir yerdir. Antakya Harbiye'de olduğumuz için de olabilir, yemek ve ardından çay çok sıradan geldi ama kesinlikle kötü değildi.
***

Yol bulduğu yerden akar su! Suyun aktığı yerlerde de boş bulduğu uygun yerlere oturur insanoğlu. Bir masa bir sandalyeyle başlar, beş yıldızlı otele kadar gider.












Harbiye'de bu şelale turizmi -nedenleri vardır elbet- ne çok gelişkin ne de ıssız,el değmemiş.

Bir de unutulmaması gereken bir şey daha: Eğer güzel bir yere sevdiğiniz biriyle ya da birileriyle birlikte giderseniz o yer olduğundan çok daha güzel görünecektir gözünüze. Ve yalnız gittiğinizden çok daha mutlu olacaksınızdır. Geriye fotoğraflar kalıyor ya da video kayıtları ama oradaki mutluğunuzu sadece sizinle orada olan sevdikleriniz anlayabiliyor.

Harbiye kesinlikle yeni yerler görmek adına gidilmesi gereken ya da görmeden ölmemek için gidilen bir yer değil ve olmamalı. Orada bilin ki; "suyun huzuru" var. Ve yeşil orada çok daha anlamlı.

Ha bu arada yemek yerken yukarılardan bir yerlerden Farid Farjad çalıyordu ama oraya nasıl gideceğimizi bilemedik. Yalnız özellikle esin kaynağı doğa olan klasik müzik ya da herhangi bir klasik müzik enstrumanı mekâna bambaşka bir manevi boyut da katıyor.

Kendinize iyi bakın.
ö.e Nisan 2009