ÇANAKKALE-DİDİM
BİSİKLET TURUMUZ / 2012
Altta
sağ alt köşedeki resimde “3621 SAYILI KANUN GEREĞİNCE KIYILAR HERKESE
AÇIKTIR” yazıyor. Bunu görünce aklımıza Mersin geliyor tabii. Gittiğimiz
her plajın girişinde adisyon gibi makbuzlarla giriş ücreti alınan, oraya gelen
herkesin “giriş ücreti” olarak, “para” olarak görüldüğü turizmden yoksun Mersin
plajları geliyor aklımıza.
Küçükkuyu!
Dediğim gibi kalbimizin kaldığı yer Ege’de, Küçükkuyu ’dur. Tamam, biraz da Ayvalık- cunda adasında da kalmadı değil.
Küçükkuyu ’nun o araba girmez sahil yoluna girdikten sonra ilk gördüğümüz küçük bir rıhtımın yanına park ediyoruz bisikletlerimizi. Deniz dalgasız. Güneşle birlikte deniz “hadi girsenize” der gibiler. Etrafta duş alabileceğimiz bir yer bakınırken kırk beş-elli yaşlarında bir abla bizi görüp “hoş geldiniz” diyor. Meramımızı anlatıyoruz ve sağ olsun, yan taraftaki evin boş olduğunu ve duş alabileceğimizi söylüyor. Sonrası yukarıdaki resimlerde görülüyor zaten.
Küçükkuyudan sonra hedefimiz Akçay. Bu yollardan daha önce hiç
geçmedik ve buralarla ilgili hiçbir şey bilmiyoruz; bu durum, yolculuğumuzu çok
daha keyifli hale getiriyor.
Akçay yolu düz bir yol ama asfalt sıcaktan hafif erimiş ve
tekerleklerimize yapışıyor. Üstüne de sürüşümüzü etkileyecek güçte bir rüzgâr
da gelince yol olması gerekenden biraz daha uzuyor haliyle. Nihayet Akçay’a
varıyoruz.
Kamp alanını gördüğümüzde önce burası mı? diye sorduk
birbirimize. Fiyatı ucuz değil, çok küçük ve çok ilkel. Çevrede bu kadar çok
pansiyon varken hiç gerek yok diyoruz çadırda yatmaya. Orada kalmamaya karar
verdikten sonra uygun bir pansiyon bulmak için biraz daha sürüyoruz.
Sabah saat 6.30-7.00. Uyanıp tüm hazırlığımızı yapıyoruz uzun yol için.
Önümüzde Burhaniye var. Tarlalar arasından denize paralel güzel bir yola koyuluyoruz. Hedef Ayvalık! |
||
Ören’e varıyoruz. Hava, saat erken olmasına rağmen sabahın
serinliğinden öğlenin sıcağına geçiyor yavaş yavaş. Turizm Bilgilendirme
ofislerini çok seviyoruz biz. Gördüğümüzde uğramadan geçmiyoruz. Ören’de de
yöreyle ilgili bir sürü katalog alıyoruz ofisten, çalışan abi’ye bir iş
yapmanın mutluluğunu bırakıyoruz. Cidden yardımı oluyor bu katalogların.
Kahvaltı yapmamız lazım en acilinden. Çevrede restoranlar var ama tabi bizim gözümüz sıkma-börek arıyor. Neyse, mütevazi bir kahvaltı yapamayacağımızı anlayıp giriyoruz bir restorana.
Kahvaltıdan sonra basıyoruz pedallara. Günlük planımızı ortalama 60-70 km. olarak planlamıştık. Tabi yazın bisikletle seyahat etmenin en güzel taraflarından biri güneşin erken batmaması. Güneşin batmasından iki saat önce hedefimize ulaşırsak, kalacak yer ayarlamak ve gündüz gözüyle gezebilmek için yeterli zamanımız oluyor. Ayvalık da ismini yıllardır duyduğumuz ve çok merak ettiğimiz bir yer. O gün, iyi ki yola erken çıkmışız diyeceğimiz bir gün oldu bizim için. Önümüzde Pelitköy, sonrasında Gömeç var. Pelitköy yolu biraz yokuşlu. Zaman zaman bisikletten inip elde yokuş çıktığımız oluyor. Terleyip yorulmanın bizi mutlu ettiği zamanlardayız. İki katlı evlerin olduğu bir sitenin içinden en dik yokuşun tepesine ulaştığımızda bir evin bahçe giriş kapısının üzerindeki asmaya ve üzüm salkımlarına gözüm çarpıyor.
Almak için
izin isteyeceğimiz birini ararken karşı evden bir abla “hoş geldiniz” diyor.
Biz de üzüm için izin istiyoruz. “Tabiki” diyor abla tebessümle “sormanıza bile
gerek yok” diyor. Sonra da “su ister misiniz?” diye soruyor halimizden anlamış
olacak herhalde. O sırada bir araba yanaşıyor o evin yanına, içinden altmış
yaşlarında bir çift iniyor ve gülümseyerek “nerden böyle?” diye soruyorlar.
Yolculuğumuzdan bahsediyoruz, pelitköy yokuşundan, üzümden, sudan… “gelin”
diyor abi, “soluklanın biraz”. Oturuyoruz evin girişindeki masaya, kahveler
söyleniyor. Nerelisiniz, ne iş yaparsınız sohbetinden sonra ortak noktalar
bulunuyor hemen. Abi milli eğitim bakanlığından müfettiş emeklisi. Eski
hızlılardan. Çok sürülmüş. Benim baba memleketimden emekli olmuş. Güzel bir
sohbet ve dinlenme öyle iyi geliyor ki bize.
Yetişim;
orada doğan, büyüyen ya da hayatını belli bir zaman sonra oralarda geçiren
“şanslı” insanların doğudaki insanlardan ne farkı olduğuyla ilgili mantığı
bozan, vicdanı sızlatan bir sorgulamaya giriyor Pelitköy ’de. Havanın,
yolların, insanların bu kadar güzel olması bu gerçeklerle rahatsız ediyor bizi.
Gelecekte bir gün; acı çeken, zulüm gören insanların da hayatın güzelliklerini
yaşamaları isteği ve umuduyla yola devam ediyoruz. Pelitköy ’den çıkıp zeytin
ağaçlarının arasından ana yola bağlanan bir asfalttan sürüyoruz keyifle. Önümüzde
Karaağaç ve Gömeç var.
Gömeç’e 1 km kala arka lastiğim patlıyor. Zırhlı lastik olmasına rağmen patlaması biraz şaşırtsa da beni, lastik sonuçta, patlaması normal. İşin güzel tarafı yol boyunca yaşadığımız olumsuzlukları kolayca halledebiliyor olmamız. Yine öyle oluyor. Gömeç’in girişinde bir lastikçi buluyoruz. Sohbet, muhabbet ederek lastiği tamir ediyor usta. Ayvalık. Sanırım Ayvalık’a gelip de burayı sevmeyen kimse olamaz. Hatta tüm güzel duygularını ortaya çıkarır burası insanın. Aşağıdaki ilk resimde belki görünmüyor ama “Ayvalık’ta yaşamak bir ayrıcalıktır” yazıyor. Ayrıcalık mı bilmiyoruz ama Ayvalık’ın diğer turistik yerlerden ayıran bir yapısı olduğu kesin.
Ayvalık Neşe Sokağındaki neşeli insanların
bir fotoğrafını görüyoruz.
Ayvalık’ın eski ve dar sokaklarını geziyoruz. Tarih buram buram kokuyor her yerde. Sonra dönüp bisikletlerimizi alıyoruz ve daha önceden belirlediğimiz, telefon ile arayıp bisiklet ile seyahat ettiğimizi söylediğimizde bizi uygun fiyatla ağırlayabileceklerini söyleyen Ada Kamping’e doğru, Cunda Adasına doğru sürüyoruz. Adaya giden yol doldurma bir asfalt. Her iki tarafı da deniz olan bir yol düşünün. (Resimde, "Türkiye'nin ilk boğaz köprüsü" yazıyor)
Kampa
gitmeden bir şeyler yiyelim diye düşünüp ilk gördüğümüz balık ekmek teknesinde
duruyoruz. Hem balık lezzetli hem de sohbet balıkçı abiyle.
Ve cunda
adasına yani Alibeyköy adasına giriyoruz. Gideceğimiz yer yaklaşık 3-4 km
uzakta. Önce dik bir yokuş çıkıyoruz bisikletlerimiz elimizde sonra orman
içinden tatlı bir asfalt iniş, sadece doğanın kendi sesiyle (sessizliğiyle)
huzurla ilerliyoruz. Ada Camping daha önce hayatımızda hiç yaşamadığımız bir
tatil tarzına sahip. Karavanlar, çadırlar, orman içinde ve denize nazır…
Üç kişilik
çadıra iki kişi anca sığıyoruz ama yorgunluktan olsa gerek yerimizi
yadırgamadan dalıyoruz uykuya.
Sabah, yol
vakti. Geldiğimiz 3-4 km’lik tatlı iniş şimdi zorlu ve sabah sabah hiç çekmek
istemediğimiz bir eziyete dönüşüyor. Taksi fikri geliyor aklımıza, cunda
merkezden bir taksi çağırıyoruz ve Cunda merkeze gidiyoruz.
Artık
kahvaltı vakti geliyor geçiyor bile diyoruz. Sürüyoruz Ayvalık merkeze. Sonra
bir tabela görüyoruz. BACA KAFE ve kahvaltı menüsü. Fiyatı da çok uygun geliyor
bize. Ana caddenin bir arka sokağında tarihi bir baca, belki bir fabrikadan
kalma.
Adını affına
sığınarak hatırlayamadığım o tatlı işletmeci abi, ege insanının o beklediğimiz
sıcaklığıyla karşıladı bizi. Ve bir kahvaltı sofrası hazırlandı ki belki de tur
boyunca yediğimiz en güzel kahvaltıydı.
Hemen her
kahvaltıda olduğu gibi yine Cemal Süreya ’yı anıyorum, çünkü bir kez daha
anlıyoruz ki “Kahvaltının mutlulukla bir
ilgisi
olmalı”.
Önümüzdeki
hedefimiz Dikili ama öncesinde artık denize girelim diyoruz. Yolumuzun üzerinde
Badavut ve Sarımsaklı plajı var. Biz turist bilgilendirme ofisindeki tatlı çift
özellikle tavsiye ettiği için Badavut ’a gidiyoruz. Genelde yerli turistlerin
tercih ettiği yerler buralar. Bir kafe önünde duruyoruz. Orada çalışan bir
gence denize nasıl gireceğimizi, soyunma kabinlerinin nerde olduğunu soruyoruz.
Mersin’de olmayan bir tepki: “buraya park edebilirsiniz, bizim kabinlerimiz ve
duşumuz var” diyor genç. Ücret? Diyorum ben, “yok” diyor. İlginç tabi. Denize
girip çıktıktan ve duş alıp üzerimizi değiştikten sonra orada bir köfte ekmek
yiyoruz. Yola hazırız.
Arsaların arasından, dümdüz bir yoldan varıyoruz
Dikili’ye.
Turun en
güzel özelliklerinden biri de o gece nerede yatacağımızı bilmememiz. İlk önce
öğretmen evine gidiyoruz. Ramazan ayındayız ve iftar vakti kimseyi bulamıyoruz.
Danışmanın camında asılı telefon numarasını aradığımızda yer olmadığı söylüyor
telefondaki yetkili. Açık konuşmak gerekirse Dikili’yi biraz tutucu buluyoruz.
Bizi tanımadıkları, önceden birinin selamı ile gelmediğimiz için bize yer
olmadığı kanısına varıyoruz. Kamping alanı da yok. Telefondaki şahıs bizi emekli
öğretmen bir çiftin işlettiği pansiyona yönlendiriyor. Buluyoruz ve sıkı bir
pazarlıktan sonra bahçeli, dışarıda mutfaklı, küçük taraçalı bir oda tutuyoruz.
Seviyoruz burayı.
Sabah
kaldığımız odanın önündeki bahçeden topladığımız domates ve biberlerle güne
güzel bir kahvaltıyla başlıyoruz. Planımızı gözden geçirdiğimizde aslında bugün
İzmir’de olmamız gerektiğine karar veriyoruz. Çünkü Didim’e varmamız gereken
bir tarih var. Haritaya baktığımızda önümüzde en az iki günlük ve hafif tepelik
bir yol olduğunu görünce de zaten karar vermek hiç de zor olmuyor; otobüsle
gideceğiz.
Dikili
otobüs terminalinden otobüse biniyoruz ve yaklaşık iki - iki buçuk saat sonra
İzmir’e varıyoruz. İzmir’i gerçekten seviyoruz. Ve ben hep derim; orada
doğmadık ama bari orada yaşlanıp ölelim.
İzmir
Bornova’da daha çok üniversitelilerin yoğun olarak gittiği Küçükpark ’a doğru gidiyoruz. İzmir’de İkea ’ya gitmeyi seviyoruz. Hem forum da orada, insan içine
karışırız diye düşünerek sürüyoruz atlarımızı.
Yazının
bundan sonraki kısmını bu geziden tam 6 yıl sonra yazıyorum. Belki de bir başka
yazıda geçen bu 6 yılı yazmalıyım.
İkea ‘yı
araya sora buluyoruz, bisiklet park yerine atlarımızı park edip tüm
çantalarımızı, heybelerimizi sırtımızda taşınacak hale getiriyoruz ve giriyoruz
İkea ‘ya. Aklımız, her ne kadar kilitlemiş olsak da bisikletlerde. Belki de
bıraksalar en az iki saatte gezeceğimiz İkea'yı on beş dakikada hızlı bir tur
atarak bitiriyoruz. Bisikletlerin yanına hızlı adımlarla geliyoruz. Çok şükür
sağlamlar. İkimiz de sarılıyoruz bisikletlerimize.
Yol, uludur.
Yol, gösterir, öğretir, büyütür.
İkea’dan tam
çıkmaya hazırlanırken, bisikletleriyle bize doğru gelen bir çift görüyoruz.
Yanımıza vardıklarında şaşkın mutlulukları yüzlerinden okunuyor. Burcu, “Siz”
diyor hafif çekingen, “uzun yoldan geliyorsunuz galiba”. Merhaba diyoruz,
tanışıyoruz Burcu ve Çağlayan çifti ile. Burcu, edebiyat öğretmeni ve Çağlayan
arkeolog. Burcu şiirle, edebiyatla çok ilgili; Çağlayan da kaval ve bağlama
çalıyor. Ayaküstü bir anda tüm frekansların tuttuğunu dördümüz de hissediyoruz.
Bazen böyle olur, insan inanamaz ama tesadüf mü diyelim, tevafuk mu diyelim,
hatta ingilizce güzel bir kelime var “serendipity”..
Hatta öyle
ki Burcu ve Çağlayan’nın şaşırdığı başka bir şey; gelirlerken yolda ölmüş bir
kedi görmüşler ve yol ortasında durmasın diye durmuşlar. Eğer bu hassasiyeti
gösteren insanlar olmasalardı belki de orada karşılaşamayacaktık, bizden önce
geleceklerdi.
Daha sonra 10 dakika içinde onların davetiyle bu gece Burcu ve Çağlayanların evinde kalmaya karar verdik. Onlar yemek yemeğe gelmişlerdi, biz de izmir forumu gezelim sonra buluşalım diye sözleştik.
Evlerine
kadar sürdük Burcu ve Çağlayan’ın. Dört bisikleti asansörle teker teker çıkarma
hengâmesinden sonra yolun bize bahşettiği güzel insanlarla güzel bir akşam
oldu. Çağlayan kaval çaldı, ben bağlama çaldım, şarabımızdan değil muhabbetten
serhoş olduk. Selam olsun.
Sabah, ev
sahiplerimiz bizden önce uyanıp kahvaltı hazırlıklarına başlamışlardı.
Çağlayan’ın taze boyöz alıp gelmesi de bizi ihya etmişti.
Ve artık gitme vakti... Bizimle izmir çıkışına kadar eşlik etti Burcu ve Çağlayan. İzmir otoban yoluna
girdik, sağdan sağdan sürüyoruz. Otoban gişelerine kadar olan hafif rampa bizi
bir hayli yıpratıyor. Gişelerin öncesinde sağa çekmiş, yola çıkmadan önce son
kontollerini yapan bir tır şoförü görüyorum. Sonraki durağımız Söke ve açıkçası
Yetiş’i de bu zora sürüklemek istemiyorum. Vakit, öğlen vakti. Tır şoförüne rica ediyorum,
ikiletmiyor yurdumun güzel insanı. Bizim insanımız halden anlar. Bunu yol
boyunca çok yaşadık zaten. Yüklüyoruz tıra bisikletleri, çıkıyoruz yola. Şoför
abimiz Denizlili. O gün söke’ye kadar Denizli şivesine doyuyoruz. Geçtiğimiz
tünelleri, çıktığımız rampaları ve benzin istasyonsuzluğunu görünce bu tıra
binmenin sandığımdan çok daha doğru bir karar olduğunu anlıyorum. Söke yol
ayrımında iniyoruz ve hava kararmadan Söke’de olmayı umut ediyoruz.
Nasıl
ki rampa sevmiyorsak yokuş aşağı yolları da bir o kadar seviyoruz. Otobandan
Söke’ye inen yol; yolda olmanın, burada olmanın sevincini bize kat be kat
yaşatıyor. Hava kararmış olsa da varıyoruz Söke’ye. Öğretmen evinde yer
ayırtmıştık yoldayken. Atıyoruz kendimizi otele. Temizlendikten ve üstümüzü değiştikten
sonra aşağı açık hava restoranına iniyoruz. Bir de Muhammer Ketencioğlu çalıyor
ki fonda ve bir rakı sofrasında ona eşlik eden insanlar. O gün orada olmaktan
mutluyuz.
Sabah erkenden hazırlanıyoruz. Bugün son günümüz. Hedef Didim, son durak!
Söke’den çıkıyoruz. Hava
gayet güzel. Rüzgar güllerini de görünce zaten esintinin yolda bizi
bırakmayacağını anlıyoruz. Ayçiçek tarlaları sarı sıcak, keyifle sürüyoruz.
Geyik çıkabilme ihtimali olan yerleri hep sevmişizdir.
Didim
kavşağına gelmeden önce son durağımız olan otelin müdürü, çocukluk arkadaşımız,
kadim dostumuz Egemen’e nasıl bir sürpriz yapalım diye konuşuyoruz. Bugün
geleceğimizi bilse de saat kaçta varacağımızı bilmiyor. Tabi nasıl bir tatlı
tesadüfe denk geldik yine. Biz Egemen’in karşısına birden çıkmayı planlarken asıl sürprizi Didim-Akbük kavşağında yolun sağında kollarını açmış bizi bekleyen Egemen bize yaptı. Şansımıza arabayla yanımızdan geçmiş ve bizi görmüş. İşin
bir başka şans kısmı, biz oteli Didim’de zannederken aslında Akbük’teymiş. Ve
bu yanlış bilgi bize en az 50 km daha yola mâl olacaktı.
Egemen
çantalarımızı, heybelerimizi sırtlayıp arabasına koyuyor. Ve otele gidiyoruz
birlikte. Bu son fotoğraf bir hayalin gerçekleşme zaferidir. Hayalime kendi
hayali gibi sarılan eşim Yetiş’e ne kadar teşekkür etsem azdır. Yol, bize bu
altı günde çok şey yaşattı. Yolda olmak, sadece çıkıldığında anlaşılabilir bir
durum. Yol da hayatın kendisi gibi riskli ve şahane.
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder