27 Ocak 2021 Çarşamba

Size Taylan'la nasıl tanıştığımı anlatmış mıydım? (Ezgi Çay ocağı - İkinci Versiyon)

Ne zamandır Ankara’daki zamanlarım geliyor aklıma. Taylan’la ezgi çay ocağında tanıştığımız gün… Ezgi’nin arka kısmında üç dört basamak merdivenle inilen bir alan vardı. Taylan ne zamandır orada oturuyordu bilmiyorum, kalabalıktı. Benim elimde sazım vardı, hatırladığım kadarıyla birkaç türkü çalıp söylemiştik oradakilerle. Sonra Taylan elini bağlamaya uzatıp “bakabilir miyim?” dedi. O zaman gördüm O’nu, uzun saçlı, küpeli, siyah bir tişört vardı üzerinde. O zamanlar Ezgi’ye daha çok solcu gençler takılırlardı. Kendini anarşist olarak tanımlayan da vardı, metalci olarak da, türkü sevenler de çoktu, Düş Sokağı Sakinleri, Ezginin Günlüğü de çalardı, Grup Kızılırmak, Grup Yorum da çalardı Ezgi’de, Nirvana da, Bob Marley de, Metalica da… Çoğu üniversiteliydi takılanların, kitap okuyan birileri mutlaka vardı hep, ciddi ciddi sosyalizm, komünizm tartışanlar olurdu, saatler süren satranç karşılaşmaları olurdu ama fonda hep atılan tavla zarları da eksik olmazdı hiç. Turgay Abi’yi hatırlıyorum, Ezgi’yi işleten iki kardeşten biriydi. Pos bir bıyığı vardı Turgay abinin. Eski solcu dediğimiz abilerdendi. Ezgi Çay Ocağı, Konur sokaktaydı. Kitap okuyan kadın heykelinde basın açıklamaları, gösteriler yapılırdı hep. O gösterilere polis müdahalesi olduğunda Ezgi’ye kaçanlar olurdu. Böyle zamanlarda birkaç kez Turgay Abi’nin elinde sopa görmüşlüğüm var. Göstericiler kaçışırken kapıya çıkar gelenleri korurcasına etrafa bakardı elinde sopayla. Birkez de işportacılar arasında bir kavga çıkmıştı. O zaman da gitti Turgay Abi elinde sopayla. İşportacılar arasında da genelde Ezgi’ye takılanlar vardı. O zamanlar korsan filmlerin en zirve zamanlarıydı. Korsan kitap satanlar, kolye, küpe, bileklik satanlar vardı Konur’da, Yüksel Caddesi’nde. Simaen tanışırdık çoğuyla, göz ucuyla selamlaşırdık geçerken. 

Genelde öğlene doğru giderdim Ezgi’ye. Sırtımda sazımla hemen her gün mutlaka uğrardım. İşte öyle bir gündü yine o gün, Taylan’la tanıştığım gün. Soğuk günlerde Ezgi’ye gelenler kapıyı açıp içerinin sıcağını hissedince istemsiz gülümserlerdi montlarını berelerini çıkarırken. Herkesin mutlaka selam verip yanına oturacağı biri olurdu. Hiç kimse yoksa Turgay Abi ya da kardeşi vardı. “Turgay Abi selam, bi çay alayım abi” der, hemen bir tabure bulup otururdu insanlar. Ortası hasır ipten tahta tabureler vardı Ezgi’de, çoğunun da ortası çökmüş olurdu. 

O gün, içerinin sıcağını hatırlıyorum. Belki de Ezgi’nin en güzel zamanlarıydı. Biz saz çalmaya başladığımızda müziğin sesi kapanırdı, biz biraz ara versek çalmaya yine duyardık müziği. Hiç konuşulmamış, hiç talep arz olmamış sessiz bir anlaşma gibiydi bu; orada birileri bir şeyler çaldığında müziğin sesinin kesilmesi. 

Taylan, elini uzatıp “bakabilir miyim” diyerek sazımı istediğinde bu metalci ya da rockçı tipli birinin saz çalabilecek olması o an beni gerçekten çok şaşırtmıştı. Bir an için sanırım gitar çalıyor ve sazı da şimdi gitardan aşina hareketlerle çalmaya çalışacak, anlamlı ezgiler çıkaracak, saz üzerinde gitar tutuşuyla akor arayacak, bulamayacak ve biz bir gitarcının eline ilk defa sazı eline almış gibi bir uğraş içinde birkaç ezgiye ve akor arayışına şaşıracaktık. Ama hiç öyle olmadı. Taylan sazı aldı ve ben, aynı benim gibi çocukluğundan beri çaldığını düşündüm o an. Tekrar biri saz çalmaya ve akabinde söylemeye başladığında ortamda çalan müzik sustu birden. Sazın yakınında oturanlar sessizce dinlemeye başladılar. Yanlış hatırlamıyorsam Taylan ya Tutam Yar Elinden türküsünü ya da Ezeli türküsünü söylemişti ilk. Yanlış da hatırlıyor olabilirim. Sazı iyi çalışıyordu ve sesi saz çalışından da iyiydi. Türküyü söylemeye başladığında kafe daha da sessizleşmişti. O gün tanışmıştık Taylan’la.

26 Ocak 2019 Cumartesi

ÇANAKKALE-DİDİM BİSİKLET TURUMUZ / 2012 -Bir Hayalin Gerçekleşme Zaferi -

  ÇANAKKALE-DİDİM BİSİKLET TURUMUZ / 2012

Mutluluk dediğimiz şey biraz da  hayallerin gerçekleşmesidir aslında. İşte 19 yaşımdaki hayalimi 30 yaşımda, can yoldaşımla birlikte gerçekleştirmemin hikâyesidir bu bisiklet turu. Çifte kavrulmuş mutluluk.


Turun iki ay öncesinden başladım hazırlıklara. Özellikle bisiklet ekipmanları... Tur tarihini de belirledikten sonra heyecan, mutluluk, sabırsızlık karışımı duygular hissediyordum yol her aklıma geldiğinde. Yola çıkacağımız günün sabahı Yetişim'e alacağımız ne varsa yatağın üzerine koymasını söyledim. Mersin Bisikletli Gezginler Lideri Ahmet Özenir Abim’ in de ödünç verdiği bisiklet heybesi hazır. Ama resimlerde görünür, Yetişim'in heybesi (mersinde matbaacıların olduğu ara sokakların birinde kendi elleriyle bu heybeleri diken 80 yaşındaki dedeye de selam olsun) en orijinal heybe, en sevdiğimiz heybe.


Otobüsle gideceğiz Çanakkale'ye. Otobüs duruyor, Muavin iniyor ardından kaptan ve suratları değişiyor bisikletleri görünce, önce "sığmaz, alamayız, bileti alırken söylediniz mi?" diyorlar ama sonra bir şekilde mecbur olduklarını anlayarak zar zor yerleştiriyoruz bisikletleri bagaja. 

 














Yaklaşık on sekiz saat sonra Çanakkale'deyiz, öğlen vakti. Mersin'den tanış olduğumuz Seyit Akkaya abim bizi misafir edecek. Çanakkale otogarda hazırlıklarımızı yapıp, sürüyoruz merkeze.





İkimiz de ilk kez Çanakkale'deyiz. Seyit Abi'nin evinde bir şeyler yiyip biraz dinlendikten sonra akşamüzeri Çanakkale kordona gidiyoruz; ben, Yetişim, Seyit abi ve kardeşi Cahit. Selam olsun. 































Sabah saat 6 civarı. 
İlk durağımız Geyikli. Yola çıkmadan önce duraklarımızı haritadan uzaklıklarını ölçerek belirlemiştik.
Ve Geyikliyi, tahmin edersiniz ki "Eyvah Eyvah" filminden sonra, merak eder olmuştuk. Zaten ben Ege'de bu tip bütün sahil kasabalarını çok merak ederdim. 


Ege, büyük bir zeytin bahçesi.



Çanakkale-Ezine ana yolundan Geyikli ‘ye giden ara yola girdiğimizde bisikletle buralara geldiğimize bir kez daha seviniyoruz. 

 Asfalt bir köy yolu düşünün, yer yer domates bahçeleri, böğürtlenler. 


Geyikli ‘ye varıp kasabanın tam ortasında duruyoruz, etrafımıza bakıyoruz. Ahali de bize bakıyor. Acıkmışız ve nerede ne yiyebileceğimiz hakkında kendi aramızda konuşurken iki emekli amca konuşmamıza dahil olup hemen ilerde zeytinyağlı yemek yapan bir lokanta olduğunu söylüyorlar.


Hatta kendileri de orada yerlermiş hep, çok da beğenirlermiş. "Tamam" diyoruz, gidiyoruz ve gerçekten amcaların dediği gibi küçük ve lezzetli bir lokantada bir kaç yemeğin birden tadına bakarak doyacana yemek yiyoruz. 



"Nereden gelip nereye gidiyorsunuz" ile başlayan sonra çevre civarda ne görülür, nereye gidilir’le devam eden bir sohbete tutuşuyoruz orada da her yerde olduğunu gibi. Sahile gidin diyorlar, denize de girebilirmişiz. Tamam diyoruz biz de tam böyle bir şey arıyorduk.  




Geyikli sahildeyiz. Bisikletleri gölge bir yer bulup park ediyoruz. Benim gibi sıcak suyu seven biri için zor olsa da (Yetiş ‘in soğuk su ile arası iyi) dalıyoruz suya. Su gerçekten soğuk. Ama sonunda denize girebilmek mutlu ediyor bizi.

Denizden çıkıp yol için hazırlık yapıyoruz tekrar. Saat öğleden sonra 2:00 civarı. Vaktimiz var, hava akşam 9:00 gibi kararıyor ve kararana kadar bisiklet sürebilecek kadar enerji toplamış gibiyiz soğuk denizden sonra. Geyikli merkeze gidip insanlara güzergâh soruyoruz. Güneye doğru kamping alanı olduğunu öğrenince Tavaklı' ya doğru yola koyuluyoruz. Büyük bir rampa çıkıyoruz, Alexandria Troas ören yerinin yanından geçiyoruz. Tavaklı’ ya varsak artık diyoruz ikimiz de.

Tavaklı' da belediye kamping alanını buluyoruz nihayet. Terlemişiz, yorulmuşuz, acıkmışız, akşam olmuş. Bakkaldan bozma bir restoran, sahilde sekiz-on tane hazır çadır ve şezlonglar... İşletmeci kendi çadırları olduğunu söylüyor. Çadır açmamıza gerek kalmıyor.


Üstümüzü değişip duşumuzu aldıktan sonra restorana çıkıp bir şeyler yiyoruz. Aklımızda sadece "yarın" var. Geyikli ‘de, Tavaklı yolunda kime sorduysak; bisikletle Behramkale'ye Assos'a gidilmez cevabını aldığımızdan ve Tavaklı’ ya gelene kadar aştığımız tepecikleri de düşününce rotamızı değiştirmeye, bu  dağlardan, tepelerden bir an önce, en kısa yoldan kurtulmamız gerektiğine karar veriyoruz.





Orada çalışan genç arkadaşımızdan (sağ olsun) Ezine'ye giden dolmuşların telefonlarını ve saatlerini yazan bir kart alıyoruz. Arayıp ayarlıyoruz, keyfimiz yerine geliyor. 

Sabah saat 6 gibi uyanıyoruz ve hızla hazırlanıyoruz. Planımız, ilk gelen dolmuşa binip Ezine'ye gitmek. (İlk dolmuş olması önemli, çünkü olursa o boş olurmuş ve bisikletleri anca boş bir dolmuşa koyabilirdik).
Sabah 6.30 civarı: İlk dolmuş geçti. Tıka basa doluydu.
20 dakika sonra diğeri gelir dediler. Geldi. Doluydu.
Üçüncü gelir dediler.
Geldi, şansımıza bu boştu. Ve yine şansımıza kaptan anlayışlı biriydi. Ezine'ye gidene kadar yolcu alan dolmuşta bisikletler inişte ve binişte ciddi sorun yaratsa da kaptan kadar anlayışlı yöre halkı çok fazla sıkıntı yapmadılar.
Dolmuş macerasını atlattıktan sonra Ezine'de, peynirin en güzellerinden biri olan yağlı koyun peynirine adını veren bu yerde kahvaltı fikri bizi heyecanlandırıyor. Merkeze sürüyoruz. Önce öğretmen evine gidiyoruz ama ne bir yetkili ne de kahvaltı bulabiliyoruz. Emekli öğretmenlerin kâğıt oynadığı bir yer olmuş Ezine Öğretmen Evi. Oradan çıkıyoruz ve kırk yaşlarında bir abi yanımıza gelip kendisinin de bisikleti çok sevdiğini ve eşini de ikna edebilirse çevrede kısa turlara çıkma planı olduğundan bahsediyor. Tatlı ve kısa bir sohbetten sonra bize kahvaltı edebileceğimiz bir yer gösteriyor, giderken de eşini çağırdığını ve bizi gösterdiğini görüyoruz uzaktan, uzaktan el sallıyoruz. 





Camekânında köy kahvaltısı yazan ama servisiyle, kahvaltısıyla bizi hüsrana uğratan bir yerde karnımızı doyuruyoruz.



Ege'nin bu kısmında, yemek yemek için durduğumuz çoğu yerde Çukurova'nın o eli bol ikramını aramamayı öğreniyoruz. Yazının Ayvalık bölümünde bizi bu düşünceden kurtaran BACA Kafe'den bahsedeceğim.
Ezine'deyiz ve Mersin Bisiklet Gönüllülerinden lider Ahmet Abimiz ‘den öğrendiğimiz kadarıyla kendimizi Küçükkuyu'ya bir şekilde atabilirsek ondan sonra yollar hep düzmüş. Kahvaltıdan sonra sürüyoruz otogara. En güzeli böyle olacak galiba. Otogarda yine bisikletlerin büyüklüğü bagaj sorunu yaratıyor. Ama otobüs kaptanımız Ender Kaptan muavine yardımcı olmasını söylüyor bize gülümseyerek. 3, 4 numaraya oturuyoruz hemen, Ender Kaptan dikiz aynasından bakarak kendisinin de motosiklet tutkusu olduğundan ama eşinin ona çok ayak uydurmadığından, işinden hobilerine çok fazla vakit ayıramadığından bahsetmeye başlıyor.

Ender Kaptanı çok sevdik.
Küçükkuyu’nun küçük otogarı tamda sahilin arkasındaymış. Ender Kaptan’ın tarifi ile dar bir sokaktan sahile çıkıyoruz. Denizi gördüğümüzde içimizi aşkla karışık bir vuslat sevinci kaplıyor bir anda. Eğer kalbimiz Ege'de kaldıysa yarısından fazlası Küçükkuyu'da kalmıştır. Yandaki resmi otobüsten çektim. Uzak hayalimizde böyle bir şey…




Ve Küçükkuyu.










Altta sağ alt köşedeki resimde “3621 SAYILI KANUN GEREĞİNCE KIYILAR HERKESE AÇIKTIR” yazıyor. Bunu görünce aklımıza Mersin geliyor tabii. Gittiğimiz her plajın girişinde adisyon gibi makbuzlarla giriş ücreti alınan, oraya gelen herkesin “giriş ücreti” olarak, “para” olarak görüldüğü turizmden yoksun Mersin plajları geliyor aklımıza. 

 

Küçükkuyu! 


Dediğim gibi kalbimizin kaldığı yer Ege’de, Küçükkuyu ’dur. Tamam, biraz da Ayvalık- cunda adasında da kalmadı değil. 

Küçükkuyu ’nun o araba girmez sahil yoluna girdikten sonra ilk gördüğümüz küçük bir rıhtımın yanına park ediyoruz bisikletlerimizi. Deniz dalgasız. Güneşle birlikte deniz “hadi girsenize” der gibiler. Etrafta duş alabileceğimiz bir yer bakınırken kırk beş-elli yaşlarında bir abla bizi görüp “hoş geldiniz” diyor. Meramımızı anlatıyoruz ve sağ olsun, yan taraftaki evin boş olduğunu ve duş alabileceğimizi söylüyor. Sonrası yukarıdaki resimlerde görülüyor zaten.


Küçükkuyudan sonra hedefimiz Akçay. Bu yollardan daha önce hiç geçmedik ve buralarla ilgili hiçbir şey bilmiyoruz; bu durum, yolculuğumuzu çok daha keyifli hale getiriyor.






Akçay yolu düz bir yol ama asfalt sıcaktan hafif erimiş ve tekerleklerimize yapışıyor. Üstüne de sürüşümüzü etkileyecek güçte bir rüzgâr da gelince yol olması gerekenden biraz daha uzuyor haliyle. Nihayet Akçay’a varıyoruz.
 Akçay’ın merkezine giriyoruz. Edremit’e yakınlığından da dolayı kalabalık bir tatil beldesi Akçay. Bütün büyük süpermarketler var; siteler, apartmanlar, pansiyonlar, oteller, insanlar, insanlar… Biz tabi biraz farklı görünüyoruz bisiklet üstünde, kasklarımızla, bagajlarımızla. Uzun yoldan geldiğimiz de belli, ister istemez dikkat çekiyoruz. Neyse, bir kamp alanı arıyoruz, dikkatini çektiğimiz insanlarla göz göze gelince soruyoruz nerdedir diye. Türkçe konuştuğumuzda, ağzımızdan sanki İngilizce çıkacak gibi ilk cümlemizde şaşıran insanlarla da karşılaştık yol boyunca zaman zaman. 






Kamp alanını gördüğümüzde önce burası mı? diye sorduk birbirimize. Fiyatı ucuz değil, çok küçük ve çok ilkel. Çevrede bu kadar çok pansiyon varken hiç gerek yok diyoruz çadırda yatmaya. Orada kalmamaya karar verdikten sonra uygun bir pansiyon bulmak için biraz daha sürüyoruz.

Bir amcayla karşılaşıyoruz. Erzincanlı ya da Erzurumluydu diye hatırlıyorum şimdi, güler yüzlü, pos bıyıklı. Bize tanıdık bir pansiyon buluyor, pazarlık da yapıyor bizim yerimize. Ellerinden öpüyoruz ayrılırken. Bir an önce bisikletlerden kurtulup bir şeyler yemeliyiz diye düşünüyoruz akabinde.





Sabah saat 6.30-7.00. Uyanıp tüm hazırlığımızı yapıyoruz uzun yol için.














Önümüzde Burhaniye var. Tarlalar arasından denize paralel güzel bir yola koyuluyoruz. 

Hedef Ayvalık!






Ören’e varıyoruz. Hava, saat erken olmasına rağmen sabahın serinliğinden öğlenin sıcağına geçiyor yavaş yavaş. Turizm Bilgilendirme ofislerini çok seviyoruz biz. Gördüğümüzde uğramadan geçmiyoruz. Ören’de de yöreyle ilgili bir sürü katalog alıyoruz ofisten, çalışan abi’ye bir iş yapmanın mutluluğunu bırakıyoruz. Cidden yardımı oluyor bu katalogların.

Kahvaltı yapmamız lazım en acilinden. Çevrede restoranlar var ama tabi bizim gözümüz sıkma-börek arıyor. Neyse, mütevazi bir kahvaltı yapamayacağımızı anlayıp giriyoruz bir restorana.






Kahvaltıdan sonra basıyoruz pedallara. Günlük planımızı ortalama 60-70 km. olarak planlamıştık. Tabi yazın bisikletle seyahat etmenin en güzel taraflarından biri güneşin erken batmaması. Güneşin batmasından iki saat önce hedefimize ulaşırsak, kalacak yer ayarlamak ve gündüz gözüyle gezebilmek için yeterli zamanımız oluyor. Ayvalık da ismini yıllardır duyduğumuz ve çok merak ettiğimiz bir yer. O gün, iyi ki yola erken çıkmışız diyeceğimiz bir gün oldu bizim için. Önümüzde Pelitköy, sonrasında Gömeç var.





Pelitköy yolu biraz yokuşlu. Zaman zaman bisikletten inip elde yokuş çıktığımız oluyor. Terleyip yorulmanın bizi mutlu ettiği zamanlardayız. İki katlı evlerin olduğu bir sitenin içinden en dik yokuşun tepesine ulaştığımızda bir evin bahçe giriş kapısının üzerindeki asmaya ve üzüm salkımlarına gözüm çarpıyor. 




Almak için izin isteyeceğimiz birini ararken karşı evden bir abla “hoş geldiniz” diyor. Biz de üzüm için izin istiyoruz. “Tabiki” diyor abla tebessümle “sormanıza bile gerek yok” diyor. Sonra da “su ister misiniz?” diye soruyor halimizden anlamış olacak herhalde. O sırada bir araba yanaşıyor o evin yanına, içinden altmış yaşlarında bir çift iniyor ve gülümseyerek “nerden böyle?” diye soruyorlar. Yolculuğumuzdan bahsediyoruz, pelitköy yokuşundan, üzümden, sudan… “gelin” diyor abi, “soluklanın biraz”. Oturuyoruz evin girişindeki masaya, kahveler söyleniyor. Nerelisiniz, ne iş yaparsınız sohbetinden sonra ortak noktalar bulunuyor hemen. Abi milli eğitim bakanlığından müfettiş emeklisi. Eski hızlılardan. Çok sürülmüş. Benim baba memleketimden emekli olmuş. Güzel bir sohbet ve dinlenme öyle iyi geliyor ki bize.

Yetişim; orada doğan, büyüyen ya da hayatını belli bir zaman sonra oralarda geçiren “şanslı” insanların doğudaki insanlardan ne farkı olduğuyla ilgili mantığı bozan, vicdanı sızlatan bir sorgulamaya giriyor Pelitköy ’de. Havanın, yolların, insanların bu kadar güzel olması bu gerçeklerle rahatsız ediyor bizi. Gelecekte bir gün; acı çeken, zulüm gören insanların da hayatın güzelliklerini yaşamaları isteği ve umuduyla yola devam ediyoruz. Pelitköy ’den çıkıp zeytin ağaçlarının arasından ana yola bağlanan bir asfalttan sürüyoruz keyifle. Önümüzde Karaağaç ve Gömeç var.


Gömeç’e 1 km kala arka lastiğim patlıyor. Zırhlı lastik olmasına rağmen patlaması biraz şaşırtsa da beni, lastik sonuçta, patlaması normal. İşin güzel tarafı yol boyunca yaşadığımız olumsuzlukları kolayca halledebiliyor olmamız. Yine öyle oluyor. Gömeç’in girişinde bir lastikçi buluyoruz. Sohbet, muhabbet ederek lastiği tamir ediyor usta. 






Ayvalık. Sanırım Ayvalık’a gelip de burayı sevmeyen kimse olamaz. Hatta tüm güzel duygularını ortaya çıkarır burası insanın. Aşağıdaki ilk resimde belki görünmüyor ama “Ayvalık’ta yaşamak bir ayrıcalıktır” yazıyor. Ayrıcalık mı bilmiyoruz ama Ayvalık’ın diğer turistik yerlerden ayıran bir yapısı olduğu kesin.




Daha önce de dediğim gibi, bir yerde bir turizm information varsa mutlaka gidiyoruz. Yetişim içeride her zamanki gibi koyu bir sohbete dalmış görünüyor yandaki fotoğrafta. Kulübenin yanında kantaron yağı satan amcaya bisikletleri emanet edip bilgilendirme ofisindeki tatlı çiftin bize tarif ettiği Ayvalık’ın eski sokaklarını gezmeye çıkacağız.




Ayvalık Neşe Sokağındaki neşeli insanların bir fotoğrafını görüyoruz. 




Ayvalık’ın eski ve dar sokaklarını geziyoruz. Tarih buram buram kokuyor her yerde. Sonra dönüp bisikletlerimizi alıyoruz ve daha önceden belirlediğimiz, telefon ile arayıp bisiklet ile seyahat ettiğimizi söylediğimizde bizi uygun fiyatla ağırlayabileceklerini söyleyen Ada Kamping’e doğru, Cunda Adasına doğru sürüyoruz. 





Adaya giden yol doldurma bir asfalt. Her iki tarafı da deniz olan bir yol düşünün. (Resimde, "Türkiye'nin ilk boğaz köprüsü" yazıyor)

















Kampa gitmeden bir şeyler yiyelim diye düşünüp ilk gördüğümüz balık ekmek teknesinde duruyoruz. Hem balık lezzetli hem de sohbet balıkçı abiyle.  

Ve cunda adasına yani Alibeyköy adasına giriyoruz. Gideceğimiz yer yaklaşık 3-4 km uzakta. Önce dik bir yokuş çıkıyoruz bisikletlerimiz elimizde sonra orman içinden tatlı bir asfalt iniş, sadece doğanın kendi sesiyle (sessizliğiyle) huzurla ilerliyoruz. Ada Camping daha önce hayatımızda hiç yaşamadığımız bir tatil tarzına sahip. Karavanlar, çadırlar, orman içinde ve denize nazır…






Yolculuğumuz ve hatta hayatımız boyunca ilk kez açıyoruz çadırımızı. Saat akşamüzeri, güneş batmaya yakın.Yetişimin soğuk suyla arası iyi demiştim daha önce. Burada da “ben denize gireceğim” diyor, ben kıyıda ayaklarımı sokamazken o bir dalıp çıkıyor maşallah. Üzerimizi değiştirip iyice yerleştikten sonra Ayvalık'tan aldığım el yapımı şarabı getirip açıyorum. Şezlonglara uzanıyoruz. Nazım Usta’nın dizelerinden örnek buraya yakışmaz belki ama “Bugün Pazar” şiirindeki bahtiyarlık tüm hücrelerimizde.
Üç kişilik çadıra iki kişi anca sığıyoruz ama yorgunluktan olsa gerek yerimizi yadırgamadan dalıyoruz uykuya.


Sabah, yol vakti. Geldiğimiz 3-4 km’lik tatlı iniş şimdi zorlu ve sabah sabah hiç çekmek istemediğimiz bir eziyete dönüşüyor. Taksi fikri geliyor aklımıza, cunda merkezden bir taksi çağırıyoruz ve Cunda merkeze gidiyoruz.


Artık kahvaltı vakti geliyor geçiyor bile diyoruz. Sürüyoruz Ayvalık merkeze. Sonra bir tabela görüyoruz. BACA KAFE ve kahvaltı menüsü. Fiyatı da çok uygun geliyor bize. Ana caddenin bir arka sokağında tarihi bir baca, belki bir fabrikadan kalma.

Adını affına sığınarak hatırlayamadığım o tatlı işletmeci abi, ege insanının o beklediğimiz sıcaklığıyla karşıladı bizi. Ve bir kahvaltı sofrası hazırlandı ki belki de tur boyunca yediğimiz en güzel kahvaltıydı.




Hemen her kahvaltıda olduğu gibi yine Cemal Süreya ’yı anıyorum, çünkü bir kez daha anlıyoruz ki “Kahvaltının mutlulukla bir ilgisi 
olmalı”.

Önümüzdeki hedefimiz Dikili ama öncesinde artık denize girelim diyoruz. Yolumuzun üzerinde Badavut ve Sarımsaklı plajı var. Biz turist bilgilendirme ofisindeki tatlı çift özellikle tavsiye ettiği için Badavut ’a gidiyoruz. Genelde yerli turistlerin tercih ettiği yerler buralar. Bir kafe önünde duruyoruz. Orada çalışan bir gence denize nasıl gireceğimizi, soyunma kabinlerinin nerde olduğunu soruyoruz. Mersin’de olmayan bir tepki: “buraya park edebilirsiniz, bizim kabinlerimiz ve duşumuz var” diyor genç. Ücret? Diyorum ben, “yok” diyor. İlginç tabi. Denize girip çıktıktan ve duş alıp üzerimizi değiştikten sonra orada bir köfte ekmek yiyoruz. Yola hazırız.


Arsaların arasından, dümdüz bir yoldan varıyoruz Dikili’ye.


Turun en güzel özelliklerinden biri de o gece nerede yatacağımızı bilmememiz. İlk önce öğretmen evine gidiyoruz. Ramazan ayındayız ve iftar vakti kimseyi bulamıyoruz. Danışmanın camında asılı telefon numarasını aradığımızda yer olmadığı söylüyor telefondaki yetkili. Açık konuşmak gerekirse Dikili’yi biraz tutucu buluyoruz. Bizi tanımadıkları, önceden birinin selamı ile gelmediğimiz için bize yer olmadığı kanısına varıyoruz. Kamping alanı da yok. Telefondaki şahıs bizi emekli öğretmen bir çiftin işlettiği pansiyona yönlendiriyor. Buluyoruz ve sıkı bir pazarlıktan sonra bahçeli, dışarıda mutfaklı, küçük taraçalı bir oda tutuyoruz. Seviyoruz burayı.

Sabah kaldığımız odanın önündeki bahçeden topladığımız domates ve biberlerle güne güzel bir kahvaltıyla başlıyoruz. Planımızı gözden geçirdiğimizde aslında bugün İzmir’de olmamız gerektiğine karar veriyoruz. Çünkü Didim’e varmamız gereken bir tarih var. Haritaya baktığımızda önümüzde en az iki günlük ve hafif tepelik bir yol olduğunu görünce de zaten karar vermek hiç de zor olmuyor; otobüsle gideceğiz.



Dikili otobüs terminalinden otobüse biniyoruz ve yaklaşık iki - iki buçuk saat sonra İzmir’e varıyoruz. İzmir’i gerçekten seviyoruz. Ve ben hep derim; orada doğmadık ama bari orada yaşlanıp ölelim.

İzmir Bornova’da daha çok üniversitelilerin yoğun olarak gittiği Küçükpark ’a doğru gidiyoruz. İzmir’de İkea ’ya gitmeyi seviyoruz. Hem forum da orada, insan içine karışırız diye düşünerek sürüyoruz atlarımızı.

Yazının bundan sonraki kısmını bu geziden tam 6 yıl sonra yazıyorum. Belki de bir başka yazıda geçen bu 6 yılı yazmalıyım. 



İkea ‘yı araya sora buluyoruz, bisiklet park yerine atlarımızı park edip tüm çantalarımızı, heybelerimizi sırtımızda taşınacak hale getiriyoruz ve giriyoruz İkea ‘ya. Aklımız, her ne kadar kilitlemiş olsak da bisikletlerde. Belki de bıraksalar en az iki saatte gezeceğimiz İkea'yı on beş dakikada hızlı bir tur atarak bitiriyoruz. Bisikletlerin yanına hızlı adımlarla geliyoruz. Çok şükür sağlamlar. İkimiz de sarılıyoruz bisikletlerimize.


Yol, uludur. Yol, gösterir, öğretir, büyütür.



İkea’dan tam çıkmaya hazırlanırken, bisikletleriyle bize doğru gelen bir çift görüyoruz. Yanımıza vardıklarında şaşkın mutlulukları yüzlerinden okunuyor. Burcu, “Siz” diyor hafif çekingen, “uzun yoldan geliyorsunuz galiba”. Merhaba diyoruz, tanışıyoruz Burcu ve Çağlayan çifti ile. Burcu, edebiyat öğretmeni ve Çağlayan arkeolog. Burcu şiirle, edebiyatla çok ilgili; Çağlayan da kaval ve bağlama çalıyor. Ayaküstü bir anda tüm frekansların tuttuğunu dördümüz de hissediyoruz. Bazen böyle olur, insan inanamaz ama tesadüf mü diyelim, tevafuk mu diyelim, hatta ingilizce güzel bir kelime var “serendipity”.. 

Hatta öyle ki Burcu ve Çağlayan’nın şaşırdığı başka bir şey; gelirlerken yolda ölmüş bir kedi görmüşler ve yol ortasında durmasın diye durmuşlar. Eğer bu hassasiyeti gösteren insanlar olmasalardı belki de orada karşılaşamayacaktık, bizden önce geleceklerdi. 

Daha sonra 10 dakika içinde onların davetiyle bu gece Burcu ve Çağlayanların evinde kalmaya karar verdik. Onlar yemek yemeğe gelmişlerdi, biz de izmir forumu gezelim sonra buluşalım diye sözleştik.

Evlerine kadar sürdük Burcu ve Çağlayan’ın. Dört bisikleti asansörle teker teker çıkarma hengâmesinden sonra yolun bize bahşettiği güzel insanlarla güzel bir akşam oldu. Çağlayan kaval çaldı, ben bağlama çaldım, şarabımızdan değil muhabbetten serhoş olduk. Selam olsun.
Sabah, ev sahiplerimiz bizden önce uyanıp kahvaltı hazırlıklarına başlamışlardı. Çağlayan’ın taze boyöz alıp gelmesi de bizi ihya etmişti.  


Ve artık gitme vakti... Bizimle izmir çıkışına kadar eşlik etti Burcu ve Çağlayan. İzmir otoban yoluna girdik, sağdan sağdan sürüyoruz. Otoban gişelerine kadar olan hafif rampa bizi bir hayli yıpratıyor. Gişelerin öncesinde sağa çekmiş, yola çıkmadan önce son kontollerini yapan bir tır şoförü görüyorum. Sonraki durağımız Söke ve açıkçası Yetiş’i de bu zora sürüklemek istemiyorum. Vakit, öğlen vakti. Tır şoförüne rica ediyorum, ikiletmiyor yurdumun güzel insanı. Bizim insanımız halden anlar. Bunu yol boyunca çok yaşadık zaten. Yüklüyoruz tıra bisikletleri, çıkıyoruz yola. Şoför abimiz Denizlili. O gün söke’ye kadar Denizli şivesine doyuyoruz. Geçtiğimiz tünelleri, çıktığımız rampaları ve benzin istasyonsuzluğunu görünce bu tıra binmenin sandığımdan çok daha doğru bir karar olduğunu anlıyorum. Söke yol ayrımında iniyoruz ve hava kararmadan Söke’de olmayı umut ediyoruz.

Nasıl ki rampa sevmiyorsak yokuş aşağı yolları da bir o kadar seviyoruz. Otobandan Söke’ye inen yol; yolda olmanın, burada olmanın sevincini bize kat be kat yaşatıyor. Hava kararmış olsa da varıyoruz Söke’ye. Öğretmen evinde yer ayırtmıştık yoldayken. Atıyoruz kendimizi otele. Temizlendikten ve üstümüzü değiştikten sonra aşağı açık hava restoranına iniyoruz. Bir de Muhammer Ketencioğlu çalıyor ki fonda ve bir rakı sofrasında ona eşlik eden insanlar. O gün orada olmaktan mutluyuz. 

Sabah erkenden hazırlanıyoruz. Bugün son günümüz. Hedef Didim, son durak!

Söke’den çıkıyoruz. Hava gayet güzel. Rüzgar güllerini de görünce zaten esintinin yolda bizi bırakmayacağını anlıyoruz. Ayçiçek tarlaları sarı sıcak, keyifle sürüyoruz. Geyik çıkabilme ihtimali olan yerleri hep sevmişizdir.




Didim kavşağına gelmeden önce son durağımız olan otelin müdürü, çocukluk arkadaşımız, kadim dostumuz Egemen’e nasıl bir sürpriz yapalım diye konuşuyoruz. Bugün geleceğimizi bilse de saat kaçta varacağımızı bilmiyor. Tabi nasıl bir tatlı tesadüfe denk geldik yine. Biz Egemen’in karşısına birden çıkmayı planlarken asıl sürprizi Didim-Akbük kavşağında yolun sağında kollarını açmış bizi bekleyen Egemen bize yaptı. Şansımıza arabayla yanımızdan geçmiş ve bizi görmüş. İşin bir başka şans kısmı, biz oteli Didim’de zannederken aslında Akbük’teymiş. Ve bu yanlış bilgi bize en az 50 km daha yola mâl olacaktı.


Egemen çantalarımızı, heybelerimizi sırtlayıp arabasına koyuyor. Ve otele gidiyoruz birlikte. Bu son fotoğraf bir hayalin gerçekleşme zaferidir. Hayalime kendi hayali gibi sarılan eşim Yetiş’e ne kadar teşekkür etsem azdır. Yol, bize bu altı günde çok şey yaşattı. Yolda olmak, sadece çıkıldığında anlaşılabilir bir durum. Yol da hayatın kendisi gibi riskli ve şahane.