6 Kasım 2009 Cuma

sevgili sevgilime...

Seni sevdikçe bitmesin istiyorum ya bu ömrüm,
Varolan ortalama, kısa geliyor gözüme..

En iyi arkadaşım, benim dişi yanım,sevgilim...
Varlığın anlamladı doğumumu,
Gülüşünle ısındı içim,
Ve mutluluğun huzurum..

Sırdaşım,içim-dışım,hayatım...




Birlikte büyüdük seninle,

birlikte düştük,dizlerimizde ortak yaralar,
içimizde ikiz anılar, ikiz düşler zihnimizde,
umudumuz da bir umutsuzluğumuz da,
en çok bir olmayı sevdik birbirimizde..

Yoldaşım,sancım-sevincim,birtanem...


...

26 Ekim 2009 Pazartesi

"ZAMAN"ınızı boşa harcamayın!!

Belki de bilmediğimiz (yani bize söylenmeyen) kadar eskidir insanların bir gruba dahil olmaları. Dahil olup; harice, inceden ya da aleni baskı kurmaları.


Yafta-lamayın dediler önce


O kadar iyi bir reklamdı ki. Çok etkili ve akıl dolu. Ülkemizde uzun yıllar yaşadığımız toplumsal ayrışmayı eleştiren; insanları dışardan görünüşleriyle aklımızda hemen genel-geçer olarak yerleştirmemize de gönderme yapan bir reklamdı.

"Etiketlemeyin" diyordu; insandan yola çıkarak. "Hortumcu" yazıyordu ilk adamın sırtında -yanından geçen adam onun hakkında öyle düşünüyordu,o şekilde yaftalamıştı-, diğerinde "dinci", dikiz aynasında küçük Türkiye haritası asılı bir arabada şoförün omuzunda "faşist", siyah canlı bir arabanın arka koltuğundakine "mafya", bir kitap rafında bir kitabın üzerinde "vatan haini" ( Nazım Hikmet herhalde, öyle bir his var,neyse), uzun saçlı "satanist", metroda uyuyan "dejenere" (nedense?), televizyonda siyasiler "yalancı", toplum içinde fikrini söyleyen ve herkesten tepkiler alan "anarşist, düşman" ve her yerde yaftalamalar, her yere yapışmış etiketler.

Meğer ne çok "şey"mişiz. Ve en sonda; "Yaftalamadan düşünün, bir de ZAMAN okuyun, bir daha düşünün."



Peki. Zaman gastesini (Gazete demiyorum) yaftalamadan düşünelim. Yani üzerlerindeki "dinci" etiketini bir kaldıralım önce. Bir de "irticacı" var onu da aldık. Hah "şeriatçı" al onu da. "Muhafazakar" var aldık mı? Tamam. Diğer genel etiketleri de alalım. Şimdi son haline bakalım. Nerede "Gaste-i Zaman" ?



Bizi biz yapan özelliklerimiz ve düşüncelerimiz var. Zaman gastesini "dinci" olarak yaftaladığımızda; bu yafta, sakallı ve dini bütün yazarların dini bütün ve sakallı oluşları mı yoksa yazdıklarında dini ön plana çıkarmaları ve bakış açısı olarak din penceresini kullanmalarından mı ötürü?


Önyargılarınızı Kırın


Zaman gastesinin ikinci reklamında "önyargınızı kırın" temalı bir reklam oldu. İlk reklam gibi yaratıcı ve etkili bir reklam. İlk reklamda insanın -toplumun- eksikmiş gibi görünen davranışınlarından yaftalayıp düşünmeyi temel alıp etiketlemeyi eleştiren ve bu eleştiriyi sonunda kendine bağlayan Zaman gastesi; ikinci reklamda yine insanın -toplumun- bir davranış zaafından yola çıkıyor: Önyargı.

Bir adam yürüyor ama ilerliyemiyor (gerçi bunu ben önyargıya bağlayamadım,neyse). Bir çocuk kalemi tutamıyor, biri rafta duran kitaba dokunamıyor; bu insanları önyargıları durduruyor. Demek oluyor ki Zaman gastesi okumayan insanlar, hatta okuyana tepki gösteren insanlar önyargılı insanlar. Ki bu yafta Zaman gastesinin bir yaftasıdır.

Bana göre Zaman gastesi, iki reklamının da etkisiyle ve kalitesiyle ağzıyla kuş tutmuştur. Ama hizmet ettikleri amaçları ve muhalefet oldukları olguları gördükçe bu güzel akılları ve güzel fikirleri, bu yetenekleri ve güçleri onların dedikleri ve gösterdikleri gibi değil. Benim dediğim gibi mi ? Bilmiyorum.. Bildiklerimi yazdım işte ...

ö.e ekim 2009

21 Ekim 2009 Çarşamba

Gezginler kapınızı çalıyor, açın...



Küresel krizin bütçeleri zorladığı şu günlerde yurtdışına çıkamıyorsanız, yurtdışından gelen gezginleri ağırlayarak farklı kültürleri evinize davet edebilirsiniz. Gönüllülerin oluşturduğu uluslararası organizasyonlar gezginleri gittikleri şehirlerde misafirperverlerle buluşturuyor. Türkiye’den Couch Surfing, Hospitality Club, Servas gibi gruplara katılıp kapılarını yolculara açanların sayısı 30 bini aştı.
Gizem Altın Nance, eşiyle birlikte çıktığı bisikletli dünya turunda bu organizasyonların üyelerinde konakladı. Şimdi İstanbul’daki bir oda-bir salon evinde dünyanın dört bir yanından gelen konukları ağırlıyor. Gözlemlerini, önerilerini Hürriyet Seyahat okurları için yazdı.Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun altında 3,5 saat pedal çevirdikten sonra iki gece boyunca bizi evinde konuk edecek ailenin kapısını çalıyorum. Belçika’nın Brugge şehrindeyiz. Kapı açılana kadar geçen 15 saniyede bisiklete atlayıp son hız karanlıkta kaybolmamak için kendimi zor tutuyorum. Ne işim var tanımadıklarımın evinde, üstelik böyle rezil rüsva halde? Kaçmama fırsat kalmadan kapı açılıyor. Bisikletlerimizi saçağın altına bırakmamızı söyleyip, bizi içeri buyur ediyor Leive. Kumral, ufak tefek bir kadın. Her adımda foşur foşur ses çıkaran ayakkabımı çıkarsam da, ardımda ıslak çoraplarımla sümüklüböcek gibi iz bırakarak salona yürüyorum. Peki şimdi ne olacak? Soğuktan dişlerimin takırdadığını gören Leive beni hemen ikinci kattaki odamıza çıkartıp banyodaki küveti sıcak suyla dolduruyor. “Buzlarınız çözüldükten sonra sizi alt katta yemeğe bekliyoruz” diyor gülümseyerek. Onun gülümsemesiyle çözülüyor esas buzlarım ama o kadar yorgunum ki ağzımı açıp konuşmaya mecalim yok. Bir saat sonra, ısınmış, temizlenmiş ve soğuktan kenetlenen dişlerimiz çözülmüş olarak iniyoruz aşağıya. Şaşkınlıkla harika bir yemek masasının bizi beklediğiniz fark ediyoruz ama etrafta kimse yok. Eşim Bryan masada bulduğu notu yüksek sesle okuyor: “Sevgili Gizem ve Bryan, tekrar hoş geldiniz. Bizim ailecek önceden verilmiş yemek sözümüz vardı, çıkmak zorunda kaldık. Ocakta çorba ve pilav var, isterseniz buzdolabının üstündeki çekmeceden kahve ve çay alın, içiniz ısınır. Eğer dışarı çıkmak isterseniz anahtar kapının üstünde. Kendinizi evinizde gibi hissedin, keyfinize bakın. Yarın sabah kahvaltıda görüşmek üzere. Not: Su ısıtıcısı bozuk, çaydanlığı kullanın.” Leive ve Luke, akrabamız veya arkadaşımız değil. Ortak arkadaşlarımız da yok. Yeni tanıştığımız halde kapılarını açıp evlerini emanet edecek kadar güveniyorlar bize. Zarar vermeyeceğimizi, çalıp çırpmayacağımızı biliyorlar. Bunu akıllarından bile geçirmemeleri şaşırtıyor bizi. Çünkü o zamanlar daha dünya bisiklet turumuzun başındayız ve çaylağız. Daha öğrenecek çok şeyimiz, Servas, Couchsurfing, Hospitality Club ve Warm Showers gibi organizasyonlar sayesinde daha alacağımız çok fazla insanlık dersi var.MİLYONLARCA PEDALIN BEDELİ
Ertesi sabah kalktığımızda Luke ve Leive’yi kahvaltı sofrasında buluyoruz. Yulaf ezmeli müesli ve çaydan oluşan kahvaltımızı ederken güler yüzlü ev sahiplerimiz bize Brugge hakkında bilgi verip, hangi lokantalarda ucuz ama iyi yemek yiyebileceğimizi, hangi müzenin giriş ücretine değdiğini anlatıyor. Kapıdan çıkmadan, Leive elime ufak bir paket tutuşturup usulca “Çocuklara beslenme çantası hazırlarken size de birer sandviç yaptım, öğle yemeğini kanal kenarında bir banka oturup yersiniz, paranızı başka şeye harcarsınız” diyor. Luke ve Leive’nin yanında iki gece üç gün kalıyoruz. Bize çoluk çocuğa karışmadan önce çıktıkları dünya turlarını gözleri pırıl pırıl parlayarak, belli ki o günleri yeniden yaşayarak anlatıyorlar. Biz de onlara kendi bisikletle dünya turumuzdan bahsediyoruz, tüm eşyalarımızı satışımızı ve tüm duyularımızla dünyayı algılayabilmek için yola bisikletle çıkışımızı, turist değil, gezgin olabilmek için otellerde kalmak yerine aile yanında kalmayı seçişimizi... Laf dönüp dolaşıp neden evlerini bizim gibi yabancılara açtıklarına geliyor: “Biz de aynen sizin gibi gençtik, gezgindik, yollardaydık. Çok kişi evinin kapısını açtı bize, en ummadığımız anlarda yemeğini paylaştı. Aynısını şimdi biz de başkalarına yapabilecek durumdayız çok şükür.” Eliyle masadaki üç oğlunu gösteriyor “Hem bu afacanlar da başka kültürlerden insanları tanıyarak büyüsünler, dışarıda başka bir dünya olduğunu bilsinler istiyoruz.”Dört ay süren bisikletle Avrupa geçişimiz ve daha sonraki Türkiye, Kafkasya ve Orta Asya turumuz boyunca Luke ve Leive gibi pek çok insanın evinde kalıp gezdiğimiz yerlerin kültürünü birinci elden öğrenme ve yaşama fırsatı bulduk. Halktan insanların verdiği tüyolar sayesinde yemeklerimizi en iyi esnaf lokantalarında yedik, en az trafikli arka yollarda bisiklete bindik ve rehber kitaplarda esamesi okunmayan güzellikleri keşfettik. Ama her şeyden önemlisi zaman, içlerinden birini, dünyayı bisikletle gezmiş Alman Tom’u haklı çıkardı: “Geziden sonra size kalacak en önemli deneyim ne gördüğünüz turistik yerlerin anısı ne de çektiğiniz fotoğraflar. Eğer bu gezinin sonunda, insanların aslında sandığınızdan daha iyi olduklarına inandıysanız, işte ancak o zaman çevirdiğiniz milyon pedala değer.” Değdi.BU İŞLER NASIL İŞLER?Yolculukta aile yanında kalmanıza veya gezginleri evinizde ağırlamanıza imkan veren organizasyonların en bilinenleri Servas, Couch Surfing, Hospitality Club ve Warm Showers. Ortak amaçları farklı ulusların bireylerini buluşturup, kültürlerin kaynaşmasını sağlamak, dünya barışına katkıda bulunmak. Arada ufak tefek farklar olsa da işleyişleri aynı: Gezginleri evlerinde misafir etmek isteyen aile veya bireyler, bu sivil toplum örgütlerine kayıt yaptırır. Aynı şekilde aile yanında kalmak isteyen gezginler de kayıt yaptırdıktan sonra, evlerinde kalmak istedikleri kişilerle temasa geçer. Diyelim ki Paris’e gideceksiniz...
Bu organizasyonlardan birine üye olduktan sonra Paris’te yaşayan üyelerin listesine bakarsınız. Evin adresi, şehir merkezine uzaklığı, ev sahiplerinin hobileri, tercihleri, iletişim bilgilerini incelersiniz. Bazıları sizi sadece gündüz gezdirir ama evinde yatıramaz, bazıları malikanesinde ayrı bir oda verir, bazılarında salondaki çekyatta uyursunuz. Bazısı vejetaryendir, bazısının 10 kedisi vardır. Bütün bu kriterleri göz önünde bulundurup potansiyel ev sahibinizle temasa geçer, şehirde bulunacağınız sürede kendilerinde kalıp kalamayacağınızı sorarsınız. Genel geçer misafirlik kuralları bu organizasyonlarda da aynen uygulanır. Birinci kural, önceden konuştuğunuzdan daha uzun süre kalmamaktır, zira hepimizin bildiği gibi misafirin kısa sürelisi makbuldür. Onun dışında evin kurallarına saygı gösterilir, yemekten sonra bulaşıklar yıkanırken, “Hayatta olmaz” diyeceklerini bile bile “Yardım edebilir miyim” diye sorulur. Ev otel gibi kullanılmaz, her gün en az bir öğün beraber yenir ki, ev sahiplerinizle birbirinizi tanıma fırsatınız olsun. Bu organizasyonlara üye olmak için illa evinizi açmanız gerekmez. Kayıt sırasında evinizde misafir kabul edemeyeceğinizi ama şehri gezdirebileceğinizi veya birlikte çay içip sohbet edebileceğinizi de yazabilirsiniz. Pek çok kişi bu şekilde başlayıp daha sonra kendine ve sisteme olan güvenleri yerine geldikçe evlerinde konuk kabul etmeye başlıyor.
Misafirperverliğimizle övünmemize rağmen bu tip organizasyonlar yurdumuzda genellikle şüpheyle karşılanır. Konuk olduğumda “Korkmadın mı elin adamının evinde kalmaya”, ev sahibi olduğumdaysa “Enayi misin, elin adamını evinde yedirip içiriyorsun” gibi nidalarla çok karşılaştığımdan biliyorum. Biz Türkler yere göğe koyamadığımız “Tanrı misafiri”nden “elin adamı”na nasıl geçtik? Ne zaman unuttuk birine karşılıksız bir şey vermenin mutluluğunu? İşte bu organizasyonlara üye olarak misafirperverliğimizi geri kazanmanın tam zamanı!

15 Ekim 2009 Perşembe

Çok eskiden biz de sağdık - Tufan Uğur Kurçer

alıp sonramızı cebimize
öncemizi yaşıyoruz
iskeletimize sarılıp yatıyoruz...
her gece
yatak diye mezarımızda
beyt-el* diyor İbrani
söylencesinde uyku hali

fazla yaşıyoruz fazla
şu tırnağı sana bırakıyorum
kaz(ı)man için
kendin dışındaki kendini

çok eskiden biz de sağdık
hedonist aşklarımız vardı mesala
sabaha biten
izimizin yansımalrıyla

anımsıyor musun son ölümümüzü
yaşlı birisi olursa ölürdü
yani biz olsak ölürdük
orda demiştin
çınlamasını duymuştun zamanın
ilk olarak
ben yalnızlığıma
bakabilmiştim uzaktan

çok eskiden biz de sağdık
kunt rüzgarın içinde yaşadık
ölü balıklar yaratıyor
yakamozu

*Beyt-el: Allah'ın evi ( İbranice )

Tufan Uğur Kurçer

10 Eylül 2009 Perşembe

İçsel'e doğru..

"Anlamak çözmeye yetmiyor."
Hayat bazen tıkanır. Yaşam o kadar değersizleşir ki; bugüne kadar ve bugünden sonra olacakların hiç bir anlamı yoktur.

Altıntı:"Şüphesiz mutlu terimi, rahat, eğlenceli, nezaket, memnuniyet, hoşlanma gibi derin tecrübi bir seviyeye işaret eder. Mesela bir kimsenin gitar çalmasından hoşnutluk duyduğunu söylersek, onun müzikle uğraşmakla mutluluğu bulduğunu söylemiş oluruz."

Altıntı:"Sokrates için mutluluk, erdemli olmaktır. Erdemli olmak, Sokrates'e göre ancak bilgi ile mümkündür. Bir insanın hangi şeyin iyi, hangi şeyin kötü olduğunu doğru olarak ayırdedebilmesi, onun bilge ve erdemli olduğunu gösterir. Bilge olan insan kendini tanır, neyi bilip, neyi bilmediğini ayırır ve başkaları üzerinde de bu ayırmayı yapar ve böylece yanlışa düşmez. Bilge olmak, ruha mutluluk, sağlar. Erdemli kişi, her şeyi bir düzen, yasa içinde yapar. Zira insanları doğru ve erdemli kılan düzendir. Bu düzen, insanın içindeki kötü eyleme engel olan bir sestir."

Alıntı:"Fakir Kyniklere göre zenginlik, şan ve şeref, insanı köleleştiren boş kuruntulardır. Fert için en büyük erdem, "hazzın en büyük kötülük" olduğu hakkındaki bilgisidir. Öyleyse yapılması gerekli olan, insanın özgürlüğünü daraltan şan şeref, zenginlik gibi kötü değerlerden kurtulup, doğal ve basit yaşamaktır. Bu yaşayış, toplum, devlet gibi sınırların kaldırılmasını, hiç bir şeye bağlanmamayı gerektirir."

Alıntı:"Stoalı için ise erdem mutluluktur. İyiyi istemek bir görev, bir ödevdir. Hayatta hiç bir şeyden endişe etmemek gerekir. Hayatı, korkulan, endişeleri yenerek, sevgi içinde, dünya vatandaşı olarak yaşamalıdır. Bunun yolu, kendi kendisiyle ve tabiatla uyum içinde yaşamaktır."


Alıntı."Epikuros'a göre haz (hedon) bütün eylemlerimizin ereğidir. Biricik mutlak değer, hazdır. Haz ise acıdan, kötüden kurtuluştur. Acıdan, huzursuzluktan kurtulan mutluluğu bulur."


Alıntı:"Platon'a göre en yüksek iyi, mutluluktur. Mutluluğu elde etmenin yolu
da erdemdir. Erdem sadece bireyin değil toplumun da amacı olmalıdır. Toplumlar ise mutluluğa ancak devlet içerisinde erişebilirler. Devlet elden geldiği kadar büyük mutluluk sağlamalıdır. Devlette düzen, fertte düzen demektir. Devletteki düzen ise evrendeki düzenden ileri gelir.
"


Alıntı:"Aristoteles'e göre ruhun erdeme uyan faaliyeti demek olan mutluluk ancak bilge içindir. Mutluluk tanrısal bir hediye olan aklın hayatıdır."

Alıntı:Tolstoy:“Bu hayat bana karşı düzenlenmiş aptalca bir oyundan ibaretti. Beni var eden bir varlığı kabul edemesem de, düşüncelerim şöyle gelişiyordu: birisi bana, beni dünyaya yollamakla, çok normal gözüken son derece derinliksiz, sığ bir şaka yapmıştı.İstemeden de olsa, bir yerlerde, beni bu hale sokan birinin bana alayla bakıp, katıla katıla güldüğünü hissediyordum.Benim 40-50 yıl boyunca öğrenip gelişerek, bedenen ve zihnen büyüyüp nasıl hayatımı sürdürdüğüme bakıyor ve şimdi aklım tam kemal noktasına ulaşıp olgunlaşmışken, tam hayatımın zirvesinde olduğum şu dönemde, bana tepeden bakarak; “hayatta hiçbir şey yoktur ve olmayacaktır” tarzındaki görüşe ulaştığımı görüyor ve bana kahkahalarla gülüyordu.Benimle eğlenen, dalga geçen böyle biri olsun ya da olmasın; bu beni ilgilendirmiyor. Beni düşündüren, hayatımda yaptığım herhangi bir eyleme mantıklı bir açıklama getiremiyor oluşumdu. Hastalık ve ölüm, beni ve sevdiklerimi yakalayıp sonsuzluğa götürecek, geriye pis bir koku ve kurtçuklardan başka bir şey kalmayacak.Yaşadıklarım ve başarılarım, er-geç unutulup kaybolacak ve ben, o zaman hayatta olmayacağım. O zaman; bütün bu hengame niye? Neden çabalıyoruz ki boşu boşuna? İnsanoğlu nasıl olur da bu boşluğu görmeden hala yaşama devam edip, onun için çaba sarf eder? Anlaşılacak gibi değil açıkçası...Bir insanın yaşayabilmesi, ancak “hayatın sarhoşluğuna” kapılmışsa mümkün olabilir. Ayıldığında ise, hayatın sadece bir yanılsama hem de aptalca bir yanılsama olduğunu görecektir.İşte bütün mesele bundan ibaret! Ne komik ne de esprili bir yanı var; sadece acımasız ve aptalca...”

1 Ağustos 2009 Cumartesi

Artvin'de bir festival...

Artvin'de bir festivaldi ben ve arkadaşlarımı yola düşüren. Yol uludur.

Mersin'deyiz. Önce Samsun'a gidip Serdar'ı alacağız ve Karadeniz sahilinden Rize'ye varmadan dağlara yüzümüzü dönüp Artvin'in Yusufeli ilçesine bağlı Kılıçkaya köyünde Soner'in ailesinin evine varacağız. Ertesi gün de sahne günü olacak, Aros dağına festival alanına gideceğiz. Mersin'deyiz ve önümüzde yaklaşık 1500Km. var, altımızda kiralık bir araba, elimizde harita ve aklımızda yol.

Heyecanlıyız.. İçimizde bizi yakıp kavuran "seyyahlığı", genlerimizde göçebelik ruhunu taşıyoruz; her birimiz birbirimizden habersiz, söylenmeyen ama hissettiğimiz insani, doğal bir hevesle.

Toros Dağlarını aşıp Niğde'ye geliyoruz. Yol susatıyor, acıktırıyor, yoruyor. Sabahın erken saatinde yeni açılan dükkanlar ve sabah telaşındaki insanlarıyla şehir, olağan bir gününü yaşıyor. Bizim içinse o gün orada olmak hiç de olağan değil aslında. Birşeyler yiyip tekrar yola koyuluyoruz. Niğde'yi hiçbirimiz sevmedik. Bir şehir nasıl sevilir? Neden sevilir? Yol boyunca içimizde bu sorulara cevap aradık farkında olmadan. Yolculuğumuzun sonunda her birimiz kendimize göre cevaplar bulmuşuzdur sanırım.

Yola koyuluyoruz. Niğde'den Nevşehir'e.. İp gibi bir yol bu, radardan korka korka basıyoruz gaza.
Nevşehir, Niğde'den daha kalabalık, park yeri bulmakta zorlanıyoruz ve ara bir sokakta kaldırım kenarına park ettiğimiz için belediye görevlisi 1,5 lira alıyor bizden. Nevşehir'de her yer böyleymiş. Bir şehri turizmin ne denli etkilediğini anlıyorum Nevşehir'de. (Vakti zamanında gittiğim Antalya da böyle bir his uyandırmıştı bende.) Nevşehir'de yaşasak belki de hiç uğramayacağımız bir çay bahçesi bulup birer çay içiyoruz. Zaten her gittiğimiz şehirde bizi böyle bir düşünce alıveriyor. "Eğer buralı olsak buraya mı gelirdik" diye.

Yine yol. Daha yeni başladığımızı anlıyorum. Önümüzde Kırşehir var. Aaaa bir tabela:"Hacı Bektaş". "Arkadaşlar" diyorum, "yol bizi buraya getirdi, gitmezsek kendimize ayıp etmiş oluruz." Arabadaki hiç kimse Hacı Bektaş'da durmadan yola devam etmeyi düşünmüyor.


Hacı Bektaş. Yıllardır gitmek isteyip de bir türlü gidemediğim yer. Vakit oraya gitmek için o kadar uygun ki. Ve ruhum, o da uygun. Her mekanda bangır bangır türkü çalınan başka bir yer daha görmedim. Aleviliğin-Bektaşiliğin böyle bir turizme dönüşmesi beni hezeyana uğratsa da; turist gibi değil de seyyah gibi gittiğim için çok kötü etkilenmedim bu durumdan. Hacı Bektaş Veli'nin dergahı şimdi "müze". Gezilip, ziyaret edilen, baktıkça şaşırılan bir yer olmuş artık. Bir zamanlar onların burda yaşadığını hayal ediyoruz. Bu kapıdan geçtiklerini, burada oturduklarını, bu kazanlarda yemek pişirdiklerini, bu sazları çaldıklarını, burada semah dönüp, burada erdem kazandıklarını... Hacı Bektaş'ın yattığı, türbesinin bulunduğu odaya giriyorum; inanmak çok güzel geliyor o ân. Anlatamadığım, anlatmaya kıyamadığım bir his içimde. Tatması bambaşka bir ağırlık. Çile hane'ye giriyorum sonra. Kesif bir koku, derin bir sancı. Yaklaşık bir saat sonra kendimizi türbenin önündeki bankta otururken buluyoruz. Hepimizde içerdeki duygularımıza bir neden arayışı var. Her birimizde buna bir cevap bulmuşuzdur sanırım.

Ruhumuzu hissetmenin gönlümüze, bilincimize doldurduğu hayretle tekrar biniyoruz arabaya...

Yolumuzda Kırşehir var. Kırşehir'e vardığımızda tabiki Neşet Ertaş ve Abdallar geliyor aklımıza. Şehri dolaşmaya başlıyoruz. Kalabalık bir park görüyoruz, o kadar kalabalık ki bu çekiyor bizi oraya. Çok fazla dolaşmadan oturuyoruz. İçli Gözleme (patlıcanlı) ve çay, burada böyle doyuyor karnımız. Yolumuz uzun, vaktimiz dar, yola çıkamamız lazım. Abdalları görmeden hiç bir tat alamıyoruz Kırşehir'den. Öyle eksik terk ediyoruz orayı..

Çiçek Dağı tabelasının yanında Yer Köy tabelası da var. Birden babam geliyor aklıma, "Bizim köy Yer köy civarında" demişti. İçimi, doğduğumdan beri gitmediğim köyümün yakınlarında olmanın heyecanı sarıyor. Anlatıyorum arkadaşlara. Heyecanıma ortak olup yakınsa gidebileceğimizi söylüyorlar. Bir benzincide benzin alırken soruyorum "Pamucak" (Penpecik) nerede diye. O kadar yaklaşmışız ki.. Yozgat'a varmadan giriyoruz köy yoluna. Neyle ve kimle karşılaşacağımı bilmeden tabelaları ve bize tarif edilen yolu izliyoruz. Köye vardığımız da bir kaç kişiyi bir evin bahçesinde motor gibi bir şeyle uğraşırken görüp duruyoruz. Ne diyeceğim peki? Arabadan iniyorum ve bana merakla bakan gözlerin karşısında durup "Ben bu köylüyüm" diyorum. Bakışlar değişiyor birden. "Kimlerdensin" diyorlar. Babamı ve dedemi söylüyorum. Köklere kavuşmak hayatım boyunca hiç tatmadığım bir duyguydu o ânâ kadar. Hemen tanıyorlar dedemi, babamı. Bir amca, -daha sonradan akrabası olduğumu söyledi- elindeki işi bırakıp bizi karşıdaki eve davet ediyor. Bahçede oturuyoruz, erik ağacını ve yerde duran kaseyi gösteriyor, ellerimle o evin bir oğlu olarak topluyorum erikleri. Misafirim ama içimde arkadaşlarıma karşı ince bir misafirperverlik de var. Amcanın karısı ayran getiriyor. Hem artık köye kimsenin gelmediğinden dem vuruyorlar hem de benim gelmiş olmama seviniyorlar. Biraz sohbet ediyoruz; neden burdayız, nereden geliyoruz, nereye-niçin gidiyoruz. Babam nasıl, amcamlar nasıl?.. Bildik ama tatlı bir sohbet. Vakit daralıyor, yol bizi çağırıyor. Köyden çıkarken "vay be" diyorum içimden, "burasıymış!"

Yozgat'a varıp Çorum yoluna giriyoruz. Artık karadenize yaklaştığımızı farkettirircesine çılgın bir yağmur başlıyor. Çorum'a gelip de leblebi yememek olur mu? Yol boyunca dizilmiş leblebi dükkanlarından birinin önünde duruyoruz. Acılı leblebi seviyor Yalçın.

Çorum'dan Merzifon'a varıyoruz. Yol çalışmaları bizi çok yıpratıyor. Hele Merzifon- Samsun yolu çok kötü. Yol bıktırıyor, Samsun'a ayak basmak istiyoruz artık!

Nihayet Samsun. Normal şartlarda öğleden sonra, akşam üstü varmamız gereken Samsun'a, biz geceyarısı anca varıyoruz. Serdar bizi karşılıyor. Daha erken beklediklerinden ocağa çok erken koydukları çayın sıcak durması için sayısız ısıtıldığını söylüyor,gülüyoruz, yorgunuz, acız.

Serdar'ın annesi öyle bir sofra hazırlamış ki bizi daha başka ne bu kadar mutlu edebilirdi acaba o ân? Bir hışımla sofraya oturuyoruz. Sohbet çok güzel ama gözlerimizden uyku akıyor ve sabah geldiğimiz yol kadar daha yol gideceğiz.

Mersin'deki gibi güneş doğmadan kalkıyoruz. Daha doğrusu kaldırılıyorum. Soner yola sabah erken çıkma konusunda çok kararlı. Çünkü o biliyor önümüzdeki yolu, karanlığa kalmamamız gerektiğini. O biliyor ve çok haklı olduğunu hava kararıp da daha varamadığımız vakitler anlıyoruz.

Karadenizdeyiz artık. Herşey çok farklı. İnsanlar, tavırları, şiveleri, müzikleri, doğa.. Samsunlu Serdarla Artvinli Soner'den karadeniz insanın tipik özelliklerini öğreniyoruz, daha sonra yaşayarak da pekiştiriyoruz bunları.

Her ilçesinin her şehrinin bildiğimiz bir türküsü var Karadenizin. Ünye'yi geçiyoruz, Fatsa'yı geçiyoruz. Geçerken bildiğimiz türkülerini söylüyoruz. Ordu'da kahvaltı için duruyoruz. Gide gide "Rızanın Çay Ocağı-Çalgıcıların Yeri"nde kendimizi buluyoruz. Biz de çalgıcıyız ve Rıza Baba çalgıcıları gerçekten seviyor. Orada da nereden gelip nereye niçin gittiğimize dair ufak bir muhabbetten sonra tekrar çıkıyoruz yola.

Karadeniz sahil boyuna yapılan üç şeritli yol oradayken çok hoşumuza gidiyor ama Mersin'e döndükten sonra Giresun'da sel felaketi oluyor ve uzmanlar aslında o yolun yol değil baraj görevini gördüğünü, oraya hiç uygun bir yol olmadığını anlatıyorlar gazetelerde.
Oy Giresun Bulancak Oy Giresun Bulancak türküsüyle Giresun'a giriyoruz. Zaman kısıtlı ve Giresun'un içine girmeden sahil yolundan Trabzon'a gidiyoruz. Ama tabiki Trabzon görülmeli.
Trabzan büyük şeher oy doyamadım tadına/ Uzaktan sevmak olmaz gel yakına yakına.. Evet Trabzon büyük şehir ve bana biraz İstanbul'u andırıyor. Şehrin içini biraz geziyoruz, bir pidecide birer kır pidesi yedikten sonra tekrar düşüyoruz yola. Yolda olmak ne güzel.

Harita önümüzde ve Soner tanıdıklarıyla telefonlaşıp İkizdere'de üzerinden Ovit Dağı Geçidi yolunu kullanarak yolu kısaltabileceğimizi söylüyor. Diğer seçeneğimizde Hopa-Artvin üzerinden gitmek. Ovit Dağı'nda karar kılıyoruz. Rize'ye varmadan dağ tarafına sapıyoruz İkizdere'den ve hemen sonra başlıyor Karadenizin eşsiz yeşil doğası. Oralarda olmak çok mutlu ediyor hepimizi. Bir nehir kıyısından vadi yolunu takip ederek tırmanmaya başlıyoruz. Hava soğuyor. Dağ yamacında çay içebileceğimiz bir mekanda duruyoruz. Çay artık demlikle geliyor önümüze.

Ve Ovit Dağı. Dağlara neden türküler yakıldığını anlıyorum orada. Karlı dağlar geçit vermez olunca / Gidilmez o yare / Dağlar...
Daha yükseğe çıktıkça o sık ve yeşil ağaçların yerini sarı otlar ve kayalar almaya başlıyor. O tertemiz dağ havasını solumak için bir kenarda duruyoruz, arabadan inip var gücümüzle bağırıyoruz, hesapsız, özgürce. Aşağıdan baktığımızda yükseklerdeki bulutları görünce Deniz "o bulutların oraya gitsek" demişti. Ve oradayız. Sis içinde görüş mesafesi üç-beş metre, ağır ağır ilerliyoruz. Dağı ve sisleri geçiyoruz. Önümüzdeki ilk yerleşim yeri İspir. İspire vardığımızda Yusufeli-Kılıçkaya yolunun yol çalışması nedeniyle kapalı olduğunu öğrenip diğer bekleyen araçlarla biz de beklemeye başlıyoruz. Yarım saat kadar sonra yol açılıyor ve Ovit Dağı yolundan daha dar ve keskin virajları olan bir dağ yoluna giriyoruz.
Ve doğanın gücü bizi durduruyor. Ufak da olsa bir sel çakıl yolu darmadağan etmiş. Hafif meyilli yaklaşık yüz metrelik bir iniş sel yolu olmuş. İniyoruz arabadan ve yoldan geçebilir miyiz kaygısıyla yolu kenardan kenardan incelemeye başlıyoruz. Bir dağ başındayız, telefonlarmız çekmiyor, karanlığa kalmamalıyız. Soner daha tecrübeli. "Bu araba burdan geçer" diyor. Arabanın nerelerden geçeceğini tespit edip endişe,inanç ve sağa sola diye bağırarak izliyoruz Yalçın cengaverin geçişini. Ama bu daha ilk. Bu kez başka bir sel vardığımız bir köyün hemen girişini kapatmış. Karşıda bekleyen ve arkamızda biriken araçlarla köylülerin bir saate kadar azalır demesi üzerine beklemek zorunda kalıyoruz. Bir kaç kendine güvenen araç zar zor geçiyor yolu ve artık hiç geçilmeyecek durumu da getiriyorlar böylece. Çaresiz bekliyoruz. Köylülerin dediği gibi kırk beş dakka sonra su azalıyor. Karanlık ve daha önümüzde en az iki saatlik yolumuzun olması bizi ani karar vermeye zorluyor. "Şimdi geçmemiz gerekiyor" diyoruz, "eğer karanlık basarsa geçeceğimiz yeri hiç göremeyeceğiz". Yalçın yine iş başında ve başarıyor.

Zorlu Karadenizin dağları. Serdar, festival alanına giderken "Buraya festival yapanların elini öpmek lazım" demişti.

Şimdi artık Soner'in köyüne varmak üzereyiz. Karanlık basmış ve anca uzaklardan göz kırpan bir kaç evin ışığını görebiliyoruz. Yol dar, öyleki; karşımızdan bir araba gelse ne yapacağımızı bilmiyoruz ve ben arka koltukta sol tarafta oturuyorum. Yolun solu uçurum. Moralim bozuluyor, sessizleşiyorum. İster istemez kaygılanıyorum ve diğerlerine de yansıtıyorum. Serdarla yer değiştiriyorum ve Serdar'da şakayla karışık oturduğu yerin gerçekten moral bozduğunu söylüyor. Ve yol bitmek bilmiyor.

Ama her yolun bir sonu vardır elbet, şüphesiz. Kılıçkaya'ya varıyoruz. Soner'in babası, abisi ve oradaki herkes bizi bekliyor. Gelişimizle onlarda da derin bir rahatlama oluyor.
Sonerlerin evine geçiyoruz. Samsun'a vardığımızdaki yorgunluğumuzdan çok daha yorgunuz. Köy ekmeğiyle köy peyniriyle, dolmalarla donatılmış sofraya büyük bir iştahla oturuyoruz. Yemek sonrası repertuara bir göz gezdirmek için balkona geçiyoruz. Tatlı bir serinlik var havada ve usul usul akan bir suyun sesi bize sanki ninni oluyor. Sabah festival alanına Aros'a çıkacağız.

Sabah oluyor ve kahvaltıda ömrümde ilk kez Kuymak yiyorum. Kuymak çok güzel. Kahvaltıdan sonra hazırlanmaya başlıyoruz. Soner Mersin'deyken üzerimize kalın giyecekler almamızı söylemişti. Giysilerimizi alıp köy meydanına bizi götürecek herhangi bir aracı beklemek için gidiyoruz. Beklerken sakallarımdan arınmak istiyorum ve köyün berberine gidiyorum. Ben hayatımda ilk defa Kılıçkaya'da bıyık bırakıyorum o gün. Denizle Serdar beklerken kaldırımda müzik yapıyorlar. Ben de katılıyorum onlara, köylüler bakıyor, dinliyor, seviyor. Her geçen içten selamlıyor bizi.
Sertaç önceden bir tanıdıkla gitmiş, Sonerle Yalçın da daha sonra gelecekler. Arosa çıkacak bir kamyonun arkasına (Ben Deniz ve Serdar) atlıyoruz ve patika yolundan Aros'a çıkıyoruz.

Aros. Bir yayla festivali işte böyle olmalı. Tahmini bin kişi. Çadırlar, kamplar, pazar, brandalardan örtülü bir kahve, kıtlama şeker, cağ kebapçısı, aileler, çocuklar, gençler, mangallar, müzik, horon, halay...

Sertaç buluyor bizi kamyondan iner inmez ve kahveye gidip oturuyoruz. Akşam dokuzda sahne alacağız ve Sonerleri bekliyoruz. Yağmur bastıyor. Eşyalarımızı tanıdıkların arabalarına bırakıp alana çıkıyoruz. Sahne de yöresel müzisyenler var. Bir klavye ve tulum eşliğinde yöresel halaylar çekiliyor. Halay çekiyoruz önce yerimizde sonra karışıyoruz büyük halaya. Serçe parmağımı kırarcasına sert tutuyor ve çekiyor elimi yanımdaki genç. Sonerler geldiğinde söyleyeceğimiz türküleri kontrol ediyoruz. Kaçkar Tv canlı yayın yapıyormuş ve oraya gelen her grup televizyona çıksın diye bizi bir yarım saat sahneye alacaklarmış haberi geliyor ve hava kararmadan sahneye çıkıyoruz. Oradaki herşey ve herkes gibi sahnede de güzel bir samimiyet yakalıyoruz izleyenlerle. Sahneden indikten sonra artık hava kararmadan çadırları kurmamız gerektiğini söylüyorlar oradaki arkadaşlar. Geçen sene kamp kurdukları yeri buluyoruz ve getirdiğimiz çadırları açıyoruz. Tabiki kamp ateşi de lazım, bunun için de odun lazım. Oradaki daha tecrübeli bir grup soner ve Serdar da dahil yamaç aşağı kayboluyorlar odun bulmak üzere. Hava soğuyor ve kararıyor.Üstüne de yağmur yağıp getirilen odunlar ıslanınca bizim ateşten kimsenin ümidi kalmıyor.
Zaman sahne zamanı.. Son grup biziz ve orada bizi bekleyen ciddi bir genç kitle var. Onlarla bir arada olmak, beraber söylemek o kadar güzeldi ki. Ama amansız yağmur daha fazla sahnede kalmamıza izin vermiyor, sahnenin tadı damağımızda kalarak bırakmak zorunda kalıyoruz. Kendimizi kahveye atıyoruz yağmurdan kaça kaça. Gittimizde akşamında etkisiyle çay faslı bitmiş alkol faslına geçmiş bir masada buluyoruz kendimizi. Herkes birbirini tanıyor. Kasa kasa bira geliyor ve sürekli türküler söyleniyor. Kadehler vargüçle bağırılarak kaldırılıyor. Tekrar türküler, arada bir gaza gelinip halay tutuşmacalar. Espriler, kahkahalar... O akşamı hayatım boyunca unutmayacağım.
Gece üç-dört gibi artık alkolun etkisiyle de anca kopabiliyoruz oradan ve bir başka mekana, mangalın ve kamp ateşinin yandığı bir yere enstrumanlarımızla gidiyoruz. Orada da sabahı ediyoruz. Sabah gün hafif ışımış ve kendi kamp yerimizdeyiz. Ben inat ediyorum ateşi yakmaya. Oradaki arkadaşlarında büyük yardımlarıyla tutuşturuyoruz ateşi. Çocuklar gibi mutlu oluyorum o ateşin yandığına. Sonra semaverde çay getiriyor arkadaşlar, semaverin ortasındaki boşluğa ateşten aldığımız közleri atıp suyunu öyle kaynatıyoruz. Herkes yavaş yavaş uykuya çekiliyor çadırlara. Az biraz arabada uyuyorum. Üç saatlik uyku o dağ havasında yetiyor artıyor bile. Kalkınca Yalçın'ında uyandığını görüyorum. "Hadi" diyorum, "kahvaltılık bir şeyler bulalım". Soner'in annesinin yanına çadırlarına gidiyoruz. Annesi bizim için sabahtan hazırlamış kahvaltılıkları. Her birşeyi alıp çadırların önünde kahvaltı kuruyoruz Yalçınla. Birer birer kalkıyor diğerleri ve kahvaltıdan sonra sarılıp vedalaşıyoruz. Uzun bir yolculuk daha bizi bekliyor. Soner'i orada bırakıp Erzurum yoluna sapıyoruz Yusufeli'nden.

Erzurum'a varmadan önce Tortum Gölü'nün yanından geçiyoruz. Kenarda durup gölün ve manzaranın tadını çıkarıyoruz. Sonra az biraz daha gittiğimizde gölün kenarında karavanların park ettiği bir tesis görüyoruz. Orayı geçtikten sonra "orada durmalıydık ve rica edip gölün kenarında biraz müzik yapmalıydık" diye konuşuyoruz aramızda. Yalçın birden durup geri dönüyor.

Müzisyen olduğumuzu, gölün kıyısında oturup birer çay içip biraz müzik yapmak istediğimizi söylüyoruz oradaki çalışanlara. Hatta orada duraklamış yabancı gezginleri de davet ediyoruz. Çayımız yine demlikte geliyor. Enstrumanları çıkarıp çalmaya başlıyoruz. Yabancılar da geliyorlar daha sonra yanımıza, diğer orada soluklananların da kulak kabarttıklarını hissediyoruz. Bir saat kadar sonra toparlanıp giderken, çay borcumuzun olamdığını söylüyor işletmeci ve orada bulunan herkesten bir eyvallah alıp Erzurum-Erzincan yolunu tutuyoruz.

Erzurumun yanından Erzincan yoluna saptığımızda hava kararmaya başlıyor. Sabah Mersin'de olmamız gerekitiğinden çok fazla duraklamayıp Yalçınla direksiyonu değişe değişe tam gaz yola devam ediyoruz. Sivas Aşkale'de durup birşeyler yedikten sonra Kayseri'ye kadar durmuyoruz ve Kayseri'nin çıkışında bir mola verip Niğde yolundan Adana-Pozantı'ya varıyoruz. Ve Toroslar, otoban, Mersin'e yaklaşıyoruz. Ve nihayet Mersin.. Sıcak,sıcak,sıcak ama eve kavuşmak gibisi yok!

Gidiş dönüş yolu

3 Temmuz 2009 Cuma

İçimizdeki Işıltı

Havaifişek!!! Kazanılan bir savaşın mutlu çığırtkanlığı gibi. Ya da bir kazanımın.Nihayettir bence havaifişek.Patlar da patlar, ne kadar çok patlarsa o kadar büyülenirler insanlar o ândan. Unutulmazlaştırır havaifişek ânları, akşamları, geceleri, sonları...Süslenmiş insanlar, gözleri ferli, saçları ışıltılı, duruşlarında bile mutluluk ve heyecan var belli.

Bir de havaifişekleri altından değil de uzaktan seyreden insanlar var, madalyonun öteki yüzü gibi gerçek. Onlarla havaifişeklerin altında olanlar arasındaki sızım sızım akan derin hüzün çok düşündürüyor beni. Ben de havaifişeklerin ışıltılarını uzaktan izleyen insanlardan biri olarak ve henüz altında olmanın mutluluğuna ve heyecanına nail olmamışken yazıyorum bunları.
O izlediklerim hep başkalarının havaifişekleriydi. Ve herkes günün birinde (olursa) kendi havaifişeklerinin altındaki kendi nihayi sonlarını hâyâl eder, ben de öyle. İnsanların içinde; zengin olmak gibi, huzura kavuşmak gibi, başarılı olmak gibi, çok istediği bir şeyin gerçekleşmesi gibi bir şey bu havaifişek. Derin bir mutluluk.

Bir insanın gözleri hiç bir zaman kendi için patlayan havaifişeklere bakarken olduğu gibi ışıldamaz.

Belki büyük bir mücadelenin sonucudur bu patlayan ışıklar, belki uzun bir sabrın, belki tesadüflerin sonucudur, belki olmaması gereken bir durumun...Ve yeni bir hayatın başlangıcıdır artık bu patlayan ışıklar; belki büyük sorumlulukların, belki ezelî huzurun, belki kötü bir kaderin, belki yarını olmayan bir zamanın..Bir şeyin başlangıcı ve sonucu olmasından daha önemli olan bir hâyâlin, bir mutluluğun gerçekleşmesidir.

Havaifişeklerin patladığı gece, ona bakan bütün insanların yüzlerini rengarenk parlattığı gece, geceye diğer gecelerden farklı olduğunu hissettirdiği gece, işte o gece; o güne kadar hiç olmamıştı.
"Bu gece oldu" diye geçirdi içinden kadın. Mutluluktan içindeki ses bile titriyordu. Adamın havaifişekten beyaza kesmiş gözlerine baktı, daldı. Adamın gözbebekleri içindeki ışıltılardan seyrediyordu mutluluğunu. Adam da kadının ona baktığını anladığında çevirdi başını ve dikti gözlerini kadının gözlerine. İkisinin de gözlerinde havaifişeklerden kalma ışıltılar duruyordu hâlâ. Gürültüden birbirlerini duyamayacaklarını bildiklerinden sadece gülümsüyorlardı ve belki de sarılsalar ağlayacaklardı. Yine haklı çıktı E.Cansever cümlesinde: "Ân ki" demişti büyük usta, "fıskıyesidir sonsuzluğun". Ve kadın bu havaifişeklerin ne zamandan beri patladığını artık hesaplayamıyordu zihninde. Ona gerçekten çok uzun gelmişti, sonsuz gibi. Ve adam da hayretle bunu düşünüyordu kadının da bunu düşündüğünden habersiz ama aynı ânda. Zaten hep böyle olmamışmıydı bugüne kadar.
Son havaifişeğin hangisi olduğunu kimse bilemedi. Herkes "bu son" diye geçiyordu içinden ama ardından biri daha patlıyordu. Hatta öyle büyük bir tane patladıki, herkes sessiz bir işbirliği içinde "işte son" diye düşündü ama onun ardından da küçük renkli patlamalar oldu. Ama kimse düşündüklerinin son olmadığından konuşmadı o gece ve kimse önemsemedi daha sonra. Herkes mutluydu, heyecanlıydı. Herkes gecede havaifişeklerin saçtığı ışıklar gibiydi. Herkes parlıyordu.

Uzaklardan çok uzaklardan bunu izleyen sevimli, umutlu, meraklı genç hanım; sesiyle görüntüsünün neden birbirini tutmadığını düşündü istemsiz. Havaifişeğin gümbürtüsü patlamasından, ışıklarını saçmasından hemen sonra geliyordu ve bu görüntüyü daha yakından izleyenlere verdiği kadar keyif vermiyordu genç kıza. Her insan gibi kendi için patlayacak olan havaifişeklerin hâyâline ve onlar patlamazdan önce neler neler olabileceğinin ve olması gerektiğinin hâyâline daldı.
Kalbinde, o havaifişekleri en yakından izleyeceği insana duyacağı aşkı hissetti bir ânda. Aşkla uyudu o gece..Mutlu uyudu, gülümseyerek...






19 Haziran 2009 Cuma

Nietzsche şiiri..Uzun zamandır bir şiirden böylesine etkilenmemiştim.

Öyle bir hayat yaşıyorumki

Öyle bir hayat yaşıyorum ki,
Cenneti de gördüm cehennemi de
Öyle bir aşk yaşadım ki
Tutkuyu da gördüm, pes etmeyi de.
Bazılar seyrederken hayatı en önden,
Kendime bir sahne buldum oynadım.
Öyle bir rol vermişler ki,
Okudum okudum anlamadım.
Kendi kendime konuştum bazen evimde,
Hem kızdım hem güldüm halime,
Sonra dedimki 'söz ver kendine'
Denizleri seviyorsan, dalgaları da seveceksin,
Sevilmek istiyorsan, önce sevmeyi bileceksin,
Uçmayı seviyorsan, düşmeyi de bileceksin.
Korkarak yaşıyorsan, yalnızca hayatı seyredersin.
Öyle bir hayat yaşadım ki,
Son yolculukları erken tanıdım
Öyle çok değerliymişki zaman,
Hep acele etmem bundan, anladım...

Nietzsche

4 Mayıs 2009 Pazartesi

Metin Üstündağ - 3.eklenti (anlat anlat bitmez ki bu adam.Nerden başlasam ne kadar anlatsam...)

DOĞU-BATI

güneş doğudan -sadece- yükselir, batı güneş enerjisinden yararlanır!
batıda aksiyon var, doğuda aksayan!
doğu tanrı'dan korkar, batı tanrı'yı sever!
doğuda yenilgi teori olur, batıda teori önceden kurulur!
doğuda mantı vardır, batıda mantık!
doğuda halk soyut şeyler için ölür, batıda halk somut şeyler için yaşar!
doğu "niçin" diye sorar, batı "nasıl" diye!
doğu devamsızlıktan doğudur biraz, batı devamlılıktan batıdır zaten!
doğu ders verir, batı burs alır!
doğu öbür dünya için çalışır, batı bu dünyadaki öbür dünya için!
batı bir bakış açısıdır, doğu nakış açısı!
doğu boyuna racon keser, batı hile ve şike yapar!
batı format üretir, doğu içerik!
hep doğuya gittikçe, batıya varılır!
doğu batının külüne muhtaçtır, batı doğunun çölüne!
doğu ile batı terazinin iki kesesi, olmaz ki birisi daha iyisi!
doğu aheste aheste, batı son nefeste!!!

-Metin Üstündağ-

27 Nisan 2009 Pazartesi

...

Çoğumuz biliriz. Mutlu Olma Sanatı, Mutluluğun Yolları, Mutluluğu Keşfet, hisset, Mutluluk İçimizde gibi kitaplardan tutun da forward e-mailler, arkadaş sohbetlerindeki iyi niyetli geyikler, filmler, magazin programları, mutlu insanların mutlu öyküleri...

Herkesin dilinde bir mutluluktur gidiyor. Herkes herkesin mutlu olmasını, iyi şartlarda yaşamasını istiyor. Kimse savaş olsun, insanlar ölsün istemiyor. Tüm dünya insanları mutluluk arıyor ve tüm dünyanın mutlu olmasını istiyor.

Ama sanki bir yerlerde bir tezat var gibi değil mi?

Bir yandan da şöyle düşünüyor galiba insanlar; arzu ettiklerime kavuşayım, istediğim bazı şeyler var, çok değil -ki biz toplum olarak aza tamah etmeyi erdem sayarız- gibi gibi gibi...

Hatta bununla da ilgili tüm insanlığı yönlendiren o kadar çok etken var ki; Sır, Düşünce Gücü ve benzeri... Bir de genlerimize işlemiş olan "iste olur" mantığı.
***
Aslında -flash,flaş,flash-
Tüm dünya mutsuz, ve herkes kendini düşünüyor. Ya da tamam bu kadar katı bakmayalım, o zaman çoğunluk mutsuz ve çoğunluk kendini düşünüyor. Ama sadece kendini düşünmek zorunda kalan çoğunluğun istedikleri -tamah ettikleri- hiç bir şey gerçekleşmiyor hayatlarında. Bunun yanı sıra, istediklerini gerçekleştiren bir azınlık da azımsanacak kadar da değil hani! Onlar bu dünyada süregelen tarih ve bu tarihin getirdiği sistem içinde istediklerini gerçekleştirebilecek duruma gelmişler.

Aaaa, onlar ve diğerleri.. Aaaa, bu grup şu grup... Aaaa, bu sınıf şu sınıf...Aaa alt, üst..Kimliksizler, mülksüzler ve diğerleri, ötekiler... Bölünerek çoğalır aslında insanoğlu, mayoz-mitoz değil; emperyoz-kapitoz şeklinde...

Bir şey diycem. Büyük harflerle, altı çizili, tırnak içinde söyliycem hem de, çünkü önemli.
kölelik devam ediyor.. ayyy bağıramadım ve önemini tam vurgulayamadım sanırım. tekrar deniyorum bağırmayı.. kölelik devam ediyor.. Bağıramıyorum, düşünüyorum, yazıyorum hatta söylüyorum ama bağıramıyorum. kölelik devam ediyor. Herkes mutsuz, herkes dertli, kimse geleceğinden umutlu değil. kölelik devam ediyor.

Hiç birşey olduğu yok. Değişen hiç bir şey yok. Söylüyorum işte. Tamam bağıramıyorum ama anlatıyorum derdimi(zi).

Kimse canının istediğini yapamıyor, kimse gitmek istediği yere gidemiyor. Ülkemde doğup başka coğrafyaları görme hayaliyle tutuşan çoğu insan doğduğu mahallede yaşlandı ve öldü. Gidemedi hiç bir yere. kölelik devam ediyor. Herhangi bir şeye yetenekli çoğu insan, bu topraklarda doğdu- ne güzel- ve kimi yeteneğini keşfedemedi, kimi keşfetti ama ne işe yarardı ki, kimi bir işe yarayacağını zannetti, öldüler. herkes mutsuz, kimse kendi hayatından memnun değil. Herkes dertli, herkesin sorunları var. Güzeli arayanlar oldu, mutluluğu kitaplarda değil, en yakınında arayanlar oldu. Bulamadılar, herkes dertli, kimse mutlu değil, kölelik devam ediyor.

Bir şiir.
Selam gelecek günler (eskiden güzel günler derdi insanlar şimdi şüpheli tabii)
selam yarın (umutlu yarınlar vardı, şimdi sokakta geçirilen her gün ertesi güne bir umutsuzluk taşıyor)
*
yaşıyorsam eğer, bu kadar hevesliysem;
sen hiç heveslenme sistem, senin sayende değil.
seviyorsam eğer hâlâ ve umutlarım varsa,
sevinmeli insanlar, sevinmeli gelecek, sevinmeli daha açmamış çiçek ve doğmamış bebek...
Gözlerimde hâlâ bir inanç duruyorsa,
ve soluğumda aşk,
tenim hâlâ direniyorsa soğuğa-sıcağa,
ve ayaklarım yollara,
yalnızlık eskiden kalma kadim ve vefalı bir dost gibiyse beyaz beyaz,
sabahları uyanıyorsam,
yaşamaya inat ediyorsam hergün daha çok;
SADECE MUTLU BİR HUZUR İÇİNDİR HEPBİRLİKTE...

teşekkürler.
ö.e Nisan 2009

23 Nisan 2009 Perşembe

Kader, birini sevmek için oluşturduğun bir köprüdür.
bir filmden alıntı

22 Nisan 2009 Çarşamba

sessiz çığlık



Gerçekler ağır ve yıpratıcı, kabullenmesi zor. Benim değil bu gerçekler çünkü; hiç bir zaman olmadılar.. Hep dayatıldı, hep dayandım. Birilerinin doğrularıydılar bir zamanlar, gerçek olmadan önce. Doğrular çoğaldıkça gerçeğe dönüştüler. Aslında, o doğrular yanlıştı ve bu yanlışın yanlış olduğunu benim doğrularım biliyordu.

Sıkışmış ve hiç bir şey düşünemez bir haldeyim şimdi. Neden böyle olmak zorunda?
Kendimi hiç özgür hissetmiyorum ve kendini aramaktan yorgun düşmüş bir tutsak gibiyim artık.

Hep zihinsel olarak savaştım. Kendimi ve bana ait dünyamı esirlikten uzak tutmaya çalıştım. Ama şimdi görüyorum ki tek başıma kalmışım kendi doğrularımla yapayalnız, yapayanlış...

İnsanları anlamaya başlamıştım oysa. Sonra gözlemleyerek ve idrak ederek insanların özlerini; çoğunluğun fikirlerinin ve eylemlerinin benim gerçek bildiklerimle örtüşmediğini ve samimiyetsiz bir bencillikle dolu olduklarını anladım. Azınlıkta kalmıştım, karanlıkta, açlıkta ama insanlıkta.

Yazılı olmayan toplumsal kurallarla çelişiyorum. Evet, aslında bu tamamen böyle. Toplumla çelişmek!

Âhlâksızlık dedikleri şeyleri yapmamak, kınanmamak, dışlanmamak, yaftalanmamak kaygısıyla kendimi toplumun değer yargılarına adadım ben. Hükümsüzdür.

Doğduğumdan beri yaşadığım -yaşatılan- gerçeklerin aslında derin bir korkudan beslendiğini çok sonra anladım; bu korkuların esiri olduktan sonra. Ve bu korkular silsilesiyle okula gittim, insanlarla tanıştım, yaşamaya alıştım. Hep içsel bir güvensizlikle, sürekli bir şizofreni ve yaşayabilme -hayatı idame ettirme- endişesiyle. Çünkü insanlar acımasızlar!? Herkes böyle söylüyordu. Gazeteler, televizyon. Herkes açtı, açıktaydı. Aç insan dünyanın en tehlikeli varlığıymış; öyle söylüyorlardı, öyle öğretiyorlardı. Ve cahillik!!!

Gitgide artık kimseye kendimi anlatamadığım bir hale gelmişti dünya ve insanlar, beni anlamaktansa toplum gerçeklerine esir olmayı seçtiler.

Uzun saçlı veya küpeli ya da hem uzun saçlı hem küpeli genç erkeklerin eşcinsellikle suçlandığı - ki bu bir suçsa ki eçcinsel olmadıkları halde- ve hatta kısa saçlı ve küpesiz erkekler tarafından tartaklandıkları bir ülkede yaşıyorum.

Kadın doğdukları için doğdukları andan itibaren başları önde, göğüsleri içerilerinde, kadınlıklarıyla küs büyütülen asosyal ve özgüvensiz yurdum kadınlarıyla yaşıyoruz biz erkekler, aynı ülkede aynı şehirde aynı sokak ve aynı evde. Ve sosyal durum bu vaziyetteyken erkekler de kadınlar kadar dar bir alana kıstırılıyor ve suçlanıyorlar. Potansiyel tecavüzcü erkeklerle ifâl edilme potansiyeline sahip kadınlar ülkesi mi burası. Ve bu kadar ilkel olmadığı düşünülse bile; içerimizde bir yerlerde genlerimizde bize yüklenmiş ve zihnimize kazınmış değil mi bütün bu söylediklerim?

Hatasız kul olmaz kulluğuyla inancını perçinleyen halkım; kendi oğlundan, kızından ve çevresinden hep mükemmelliği bekler bilinçsiz. Herkes hatalıdır aslında, herkes kuldur ama kimse bir diğerini kendini tolore ettiği kadar hoş görmez.

İnsan, yalnızca kendini değiştirme gücündedir. Ve insan değşitikçe değişir dünya.

Aile ya da toplum baskısı dedikleri öyle gözle görünür şey değildir. Bize şah damarımız kadar yakındır. Başta ailesinin, sonrasında toplumun kınayan gözlerinin ve kınayan sözlerinin ağırlığını sırtlamayı göze alan bilinçli nesil aslında kimse bilmese de iyinin ve güzelin peşindedir. Ama cahil ve bilinçsiz toplum, kendi cahilliğinin farkında olacak ki kendinden sonrakine hiç bir şey katamadığını biliyor ve yeni nesilden iyiye dair güzele dair hiç bir şey beklemiyor. Aksine hep hatalarını ve başarısızlıklarını gözlemliyor. Kendi kendini bir şekilde geliştiren ve değiştiren yeni nesil ise kendinden önceki tarafından hep küçüklükle, akılsızlıkla ve tecrübesizlikle suçlanarak ya kendi kabuğuna çekiliyor ya da mücadelesine devam ediyor ama yine yalnız, yine topluma göre yanlış.

Özellikle erkeğe ve kadına, ayrımcı bir şekilde biçilmiş roller altında hayatına yeni başlayacak olan yeni yetme gözleri kapalı doğuyor, gözler açılmıyor, - çünkü bu bir mücadele sonucunda olacak bir şey- gözler kapalı büyüyor, gözleri kapalı bir şekilde ölüyor. Bu dünyadaki amacı birilerinin istediği gibi mi yaşamaktı onun? Onu bilemiyor.

Gözlerimiz kapalı. O yüzden neye dokunsak önce korkuyoruz. Nereye adım atsak temkinliyiz. Etrafa hakim olamadığımız için sürekli bir güvensizlik içindeyiz. Kimle konuşmamız istenirse onunla konuşuyoruz. Bizi nereye götürürlerse oraya gidiyoruz. Bize ne derlerse onu biliyoruz. Bize nasıl öğrettilerse öyle yaşıyoruz. Aksini düşünmek aklımıza gelse de gözler kapalı olduktan sonra bu düşünceler insan psikolojisinin kendi kendine yaptığı küçük beyin oyunlarından ileri gidemiyor.


Karanlıkta, ışıksız siyah bir umut beliriyor içinde bu sosyal âmâ insanın. Kendinden sonrakinin gözleri açık doğması ya da hiç değilse gözleri açık büyümesi. Ve hayatının amacını bulduğunu düşünüyor o ân.. Bundan sonra kendi gözleriyle zaten hiç ilgilenmiyor.

Umut doğuyor. Şimdilik gözleri kapalı. Kör ama bir şeylerin değişmesi gerektiğini düşünen ebeveyn, içgüdüsel bir savaşla çocuğunun gözlerini açıyor ve çocuk artık gözleri açık büyüyor. Ama heyhat, ebeveynin hiç görmediği bir dünyayı anlamaya ve yaşamaya başlayan genç ne anlatabiliyor gerçekleri ailesine, çevresine ne de gözleri açılmamış akranlarına.

O ânda başlıyor ölüm işte.


ö.e Nisan 2009

19 Nisan 2009 Pazar

Buket Uzuner'in "Ayın En Çıplak Günü" adlı kitabında "Yerli Filmlerle Büyümüş Kız Çocuklarından Birisi" adlı öyküsünden alıntılar ve anladıklarım.

Bir kadın ve bir erkek. Birbirlerini sevdikleri, elele ormanda güle oynaya yürümelerinden ve göz süzüp bakışmalarından belli. Türk filmlerinin mutlu sonu işte. Biz normal aşıkların hiçbir zaman yapmadığı yanak yanağa yüzleri kameraya dönük sırıtmaları. Ormanın içinde mutlu oldukları artık izleyici tarafından onaylanmış bir şekilde kaybolmaları ve MUTLU SON.

Alıntı- "Siyah, kocaman gözleri merak ve ilgiyle büyülenmişcesine perdeye takılıp kalan yedi yaşındaki kız çocuğu 'SON' yazısını görünce fena halde bozuluyordu. Onun hep görmek istediği, elele koşan kadınla erkeğin daha sonra ne yaptıkları, nasıl yaşadıkları."

Altıntı- "Acaba filmdeki kadınla erkek bundan böyle hep son sahnedeki gibi mutlu mu oluyorlardı? Hiç mi kavga etmiyor, üzülmüyor, ağlamıyor, parasız kalmıyorlardı?

Annesi ise bu mutlu son yazısını görünce acı bir tebessüm ederdi istemsiz. Akşam eve döndüklerinde hiç bir şey filmlerdeki gibi olmuyordu. Küçük kız annesiyle babasının neden kavga ettiğini anlamıyor ve onların da neden filmlerdeki gibi ormanda elele koşmadıklarını soruyordu kendi kendine.

***
Alıntı- "Bir yaz günü. Temmuz."

Uzun saçlı kumral bir kız, bu ılık temmuz gününde hafifte olsa üşümüş ve plajın kahvesinde güneş şemsiyelerinin altında çay ve sigara içen sarışın, ince uzun genç adama doğru yürümekte.

Alıntı- "Genç adam kulağının dibinde top patlasa duymayacak denli dalmıştı, ama uzaktan üzerine dökülmüş bir çift gözü hissetti, baktı. Birbirlerini gördüler. Dudaklarında belirsiz bir gülümsemeyle kalktı, kıza doğru yürüdü. Bikinisinin üzerine havlu ve entari giydi kız özensiz, haldur huldur, isteksiz... Hiç konuşmadan, hiç dokunmadan kıyı boyu yürüyüşe çıktılar. Adam kızın kocasıydı.


***
Bu sefer başka bir ormanda başka bir kadın erkek çifti, deli gibi yağan yağmurdan kaçmak için orada tesadüfen buldukları terkedilmiş ahşap bir eve sığınırlar. Karanlıktır ve şimşeklerin ani parlaklıkları ortamı daha da germektedir. Kesinlikle orada bir şömine olur ve erkek yine orada hali hazırdaki odunlarla şömineyi yakar. Islanmış elbiseler çıkartılmalıdır ve çıkardıklarında nedense erkek değil kadın biraz utanır. Fonda önce acıklı başlayan keman biraz daha gergin notalarda gezinmeye başlar. İzleyici tüm bu olanlardan artık kötü birşeyler olacağını bilir ve film nabza göre ayarlı filmlerdendir. Adam kadının üzerine yürür, kadın geriler. Adam güçlüdür ve kadına kilitlenmiştir. Kadın zavallı, ürkek ve kaçması olanaksızdır.

Alıntı- "Birlikte bir yerlerde hazır bekleyen yatağa devrilirler. Müzik yükselir. Beyaz perdeyi tümden kadının kırmızı tırnaklı eli kaplar. Kadın nereden bulmuşsa, bir kırmızı gülü avucunda sıkıp, parçalamaktadır. Müzik almış başını gitmektedir artık. Bundan sonraki sahnede aynı kadın, ahşap kulübede bulduğu karbeyazı çarşaflara sarılmış, ağlamakta, arada bir hıçkırarak, "Mahvoldum ben!" diye inlemektedir. Erkek donuk gözlerle yatakta oturmuş, sigara içmektedir.

Siyah, kocaman gözleri merak ve ilgiyle büyülenmişcesine perdeye takılıp kalan yedi yaşındaki kız çocuğu, filmlerde sık sık rastladığı ağlayan çıplak kadın neden ötürü 'mahvolduğunu' bir türlü anlayamadan, kafasında onlarca soru işaretiyle, annesinin elini tutup kadınlar matinesinden -hoşnutsuz- eve dönüyordu."

Sorular:
Kadının elinde sıkıp parçaladığı gülün dikenleri mi batmıştı eline ? Bu yüzden mi ağlıyordu?
Erkek kadının ağlamasına kayıtsız kalışmıştı, bu yüzden mi ağlıyordu kadın?
Sorular yanıtsız kalınca bir de aklına takılan bir erkek bir kadını nasıl mahvedebilirdi?

Alıntı-" Komşuları seyyar satıcı Osmanla karısı Aliye'yi düşündü. Osman içip eve sarhoş geldiği geceler, karısı Aliye'yi dövüyordu. Kadın çığlıklar içinde mahalleyi ayağa kaldırıyor, ağlıyordu. Dayağın ertesi günü, Aliye sanki o çığlıkları atıp, ağlayan başkasıymış gibi rahat, üstelik övünerek, kollarındaki bacaklarındaki çürükleri gösteriyor ve küçük kızın hiç anlamadığı başka bir dilde konuşur gibi "erkek değil mi sever de döver de " diye sırıtıyordu. Annesi dışında bütün mahalleli kadınlar Aliye'yi onaylıyorlar, annesi sessiz, hüzünlü, uysal ama diğerlerinin dışında kalıyordu."

Küçük kızın bundan çıkardığı tek sonuç erkeklerin kadınları döverek mahvetmediğiydi.

Alıntı- "Acaba bir erkeğin bir kadını 'mahvedebilmesi' için ille ikisinin de çıplak olması ve kadının elinde bir gülü sıkıp, parçalaması mı gerekiyordu. Şimdi de bir kadınla bir erkeğin çıplakken ne yapabilecekleri sorusu beliyordu önünde.

Çıplaklık ve cinsellik konusu, kulağına takılanlar, gördükleri ve hissettikleriyle: Kötü, pis, ayıp, günah ve gizli bir konuydu. O halde, kadınların 'mahvolmaları! ile cinsellik arasında bir ilişki kurulabilirdi."

Belki de babasıyla annesinin böyle olmaları babasının annesini mahvetmesi yüzünden olabilirdi.
***
Deniz kenarında konuşmadan ve birbirlerine dokunmadan yürüyen genç karı-koca kendi içlerinde dolaşıyorlardı sanki. Yabancı filmlerde yeni tanışanların birbirlerine sordukları "What's your story?" (Senin hikayen nedir?) sorusunu kendilerine sormuşlar ve kendilerine anlatıyorlarmış gibiydiler.

Onların hikayesi :

Alıntı- "İki üniversite öğrencisinin bildik öyküsü onlarınki. Hani onsekiz yaşında tanışıp, sonra kantinde çay bardakları ve sigara dumanı arasında tam da dehşetli bir politik tartışmaya girmişken. Sonra, baharda bütün dalların bir gecede çiçeklenen ağaçların gencecik telaşıyla gelen çoşkulu, içten, en doğal istekleri; bir kadınla bir erkeğin en ayıpsız, en günahsız güzelim birlikteliği... Cinselliği keşfi... İki yürek ve beynin fantezileri... İki insanın insancıl dostluğu, şefkati... Sevgiye ve sevgiliye duyulan katıksız inancın yaşı... İki çocuğun gözü bağlı gerçekçiliği ve fazla saf iyimserliği...

Derken öğrenci bütçesinin olmayan geliriyle çekilen sıkıntılar, aileye 'yük olma' endişeleri, borç para ile içilen kantin çayı... Bir de, şimdi saçma sapan gelen ama içinde yaşarken ölümcül önemine inanılan, binlerce ayrıntıyla savaşmak - komşunun damadı bizi durakta elele gördü, ya çenesini tutamaz da...- Delikanlının 'oğlunu kaybediyor' sanan annesinin paniği, kıza düşman kesilişi... Kızın ailesinin, "Daha iyi talipleri vardı" nakaratları ve kızın yaşantısına " sıkı denetim" getirmeleri... Falan filan... Hep bildiğimiz şeyler yani... En pratik, en kolay çözüm, ille de kafalarına vura vura çocukluktan beri kazıdıkları 'evlilik' cumbadanak atlamak?

Ne yapalım, eğer 'bir imza' için bunca kıyametler kopuyorsa, onlar gibi yaparız, gider hemen 'bir imza' atıveririz...ler lar ler..."

Ve erken atılan imza sonrasında, herşey iyi gidecek sanırlarken hiç akla gelmeyen ilişki sorunları başgösterir. Birbirlerini belki de şimdi tanıyorlardı ki bir evin sorumluğu, para sıkıntısı, aile içi ilişkiler üstüste geldi. Yaşanmamış gençlik ve yaşamalarına izin vermeyen bir yaşamı yaşamak zorunda kalmışlardı.

Alıntı- "Sahilde yürürken durdular; nasıl genç, nasıl yorgun, nasıl sevgi dolu ve nasıl çaresiz iki sevgili göz...Zoraki gülümsediler. İlk yirmilerinde ufuk çizgisini bulamamaktan yaşlı, yeniden yürüdüler."
***
Başka bir film. Ana kız varoş bir mahallede yaşamaktadırlar. Annesi kızını terzilik yaparak bugünlere getirmiştir. (kamera kumaşlara zoom). Kız eve gelir ve annesine mutlu gözlerle o gün olan biteni anlatmaktadır.

Alıntı- "Hani çalıştığı fabrikanın sahibi ırzına geçmek istediği için, işini terk edip çılgınca yollara düştüğü için arabasıyla hafifçe çarpan yakışıklı, zengin genç doktor vardır ya, işte o, bugün kendisine evlenme teklif etmiştir.

Daha sonraki sahnede, mahalledeki kafaları traşlı oğlan ve fıskiye saçlı kız çocuklarının sevinç çığlıkları arasında, beyaz impala arabasıyla yakışıklı, zengin genç doktor belirir."

Gelinliği içinde çıkar o varoş mahallenin yoksul evinden ve karşısındaki genç yakışıklı doktor 'Hayatımın Kadınısın' der , dünyanın en mutlusu O'dur o ân.

İmpala arabaya binerler ve arabanın arka camında 'SON' yazar.

Alıntı: "Kadınlar matinesini izleyenlerin 'eh, güzel kızdı doğrusu, o güzellikte o mahallede sürünecek değildi ya...' , 'şanslı kızmış kardeş, turnayı gözünden vurdu vallahi...' sözlerini kulağına takıp, annesinin elini tutup, kafasındaki yeni sorularla -hoşnutsuz- eve dönüyordu küçük kız.

Demek güzel kızların yoksulluk çekmesi haksızlıktı. Elleri çenesinde, dirsekleri masaya dayalı düşünüyordu. İyi ama, annesi yoksulluğu hak edecek denli çirkin miydi yani? Komşular sık sık demiyorlar mıydı:'Maşallah kız, tıpkı Kraliçe Süreyya'ya benziyorsun...Sendeki şu cilt, şu gözler bizde olsaydı?...

Peki, o halde neden, bütün gün çılgınlar gibi çalışan, çeşmeden kovalarla su taşıyıp, çamaşırları, bulaşığı yıkayan, pazara gidip, herşeyin ucuzunu alabilmek için savaşıp yemekler yapan, kardeşinin altını temizleyip ona meme veren annesi, beyaz arabalı, varsıl doktorla değil de, her şeye çabucak öfkelenen, yemekten hemen sonra büyük gürültülü horultularla uyuyan, az konuşup, az gülen babasıyla evlenmişti?

Neden babası doktor değil de matbaa işçisiydi? Bir de kendi yaşamını belirleyecek olanın güzellik-varsıllık mı yoksa çirkinlik-yoksulluk mu olacağını düşünüyordu küçük kız. Başka ne olabilirdi? Ya kendine 'hayatımın kadınısın' diyen birini bulamazsa? iyi ama 'hayatımın kadınısın' ne demek ki?"

***

Sahilde sessiz sedasız sanki uzun süredir böyleymişcesine bu hale alışkın bir vaziyette yürüyen geç karı-koca artık birinin sessizliği bozması gerektiğini düşünmeye başlamışlardı.

Alıntı- " 'Biz' dedi genç kız kocasına bakarak ve öksürdü, boğazını temizledi. 'Biz bütün yanlışlardan tek başımıza sorumlu değiliz! Taa başında büyük bir yanlışın içinde eğitildik. Kim olduğumuzu aramak yerine, nasıl olmamız gerektiği öğretildi bize. Her yerde böyleydi bu...Okulda, evde, mahallede, oyunda, masallarda, tekerlemelerde ve sinemalarda...' Sesi titredi, sustu.

Delikanlı onun kaldığı yerden devam etmeye başladı:'Tamamen doğru. Ben kendimi tanımadan, bilemden sana hem arkadaş, hem sevgili, hem koca olmaya kalktım. Yani senin her şeyin olmam gerektiğini sandım...Senden de aynı şeyleri bekledim. İki insan birbirine ömür boyu her konuda yeter mi? Ucuz aşk romanlarını, kötü Hoıllywood filmlerindeki sahte kahramanları oynamayı denedik! Üstelik onlara güler, onları yıkmayı amaçlarken...'

Siyah kocaman gözlü genç kadın mırıldandı, 'bir de yerli filmler...'

'Olmamız gerekenle, kendi oluşumuz arasındaki farklılıkların yarattığı berbat düş kırıklıklarının altında ezilmek bir yana ' dedi genç adam, sigarasını kaçıran varmışcasına üst üste içti, 'sevdiği birini mutlu edememenin sorumluğunu, suçluluğunu yaşamak...' İkisi de başlarını 'doğru' anlamında salladılar.

'Bunlara bağlı cinsel isteksizlikler, yitirilen güelim cinsellik...' İşte hepsi buydu toplam dört yıllık beraberliğin, iki yıllık evliliğin! Uzun zamandır ilk kez hoşnut bakıştılar, sevgiyle gülümsediler.

Birbirlerine dokunsalar, bir daha hiç ayrılmayacak kadar sevdiler birbirlerini ama dokunmayacak kadar da büyümüşlerdi artık. Birbirini çok iyi tanıyan, çok sevmiş bedenlerin uyumlu müziğini dinleyerek birbirlerini bunca çok severken ayrılmak zorunluluğu ve gerçeğiyle içleri ezilerek personel tatil kampına geri döndüler.

Artık siyah iri gözlerinde soru işareti yerine, kocasının hiçbir zaman haberi olmayacak iki dolu gözyaşıyla dimdik yürüyen kadınla, kederli erkeği uzaktan görenler, 'Ne ideal bir çift!' diye düşüdüler."


Teşekkürler Buket Uzuner..İyi ki varsın...

5 Nisan 2009 Pazar

yaşadığınız yerin yakınlarında mutlaka gidilip görüldüğünde yaşamı artık eskisinden daha anlamlı kılan doğal güzellikler vardır. Ve dünya küçük...


Adını Antik Yunan'dan alan, hikayesi Zeus'un oğlu Işık Tanrısı Apollon'un Daphne adlı genç kıza aşık olması olan Hatay'ın ilçesi "Harbiye"ye gittim. Her klasik gezi yazısında söylenen bir şey vardır: "Görülmeye değer ya da mutlaka gidin" gibi gibi...Ben bundan farklı olarak size sadece kendi hissettiklerimi anlatmayı tercih ediyorum, gördüklerimi bile anlatmaktan çok.

Daha önce oraya gitmenin bilmişliğiyle sadece biraz olsun askerlikten uzaklaşmanın tadını çıkarıyordum otobüsten inip yürümeye başladığımızda. Ama daha sonra Harbiye'ye gelen herkesin uğramadan gitmediği o malum turistik bölgeye vardığımızda yıllar önce buraya uğramamış olduğumu anladım.

Yeşil rengin insana verdiği huzuru bilirsiniz. Hele bu renk bir de ağaçlardan bitkilerden geliyorsa, bu görüntünün üstüne şarıl şarıl her yerden fışkıran suların sesi ekleniyorsa, temiz ve ılık hava da hakimse o ânâ; zamanın bir ân durduğunu iddia edebilirsiniz.

Birden acıktım, çaysadım, nargile içesim geldi, hatta yatmak uzanmak uyumak istedim. Ama sadece bir yemeklik vaktimiz vardı. Suyun etkisiyle olacak balık sipariş ettik, alabalık. Gerçi o mekânın güzeliğine sığınan sıradan bir pişirimle geldi önümüze ama çok da aldırmadan yedik balığımızı,tazeydi ve gerçekten alaydı, bu bize yetti. ( Alabalık en güzel tereyağlı oluyor bu arada, ama orada tereyağ ve balık birlikteliği çok denenmeyen birşey olacak ki ayrı olarak tereyağ istediğimde garson çocuk bunun nedenini anlamamış gözlerle baktı bana ve çok sorgulamadan getirmesini beklediğim bir kaşık tereyağ da gelmedi zaten)

Bulunduğumuz yerin Antakya olmasından kaynaklı galiba damak zevki çıtam biraz yüksekti. Sonuçta Antakya yemekleriyle, mezeleriyle tanınmış bir yerdir. Antakya Harbiye'de olduğumuz için de olabilir, yemek ve ardından çay çok sıradan geldi ama kesinlikle kötü değildi.
***

Yol bulduğu yerden akar su! Suyun aktığı yerlerde de boş bulduğu uygun yerlere oturur insanoğlu. Bir masa bir sandalyeyle başlar, beş yıldızlı otele kadar gider.












Harbiye'de bu şelale turizmi -nedenleri vardır elbet- ne çok gelişkin ne de ıssız,el değmemiş.

Bir de unutulmaması gereken bir şey daha: Eğer güzel bir yere sevdiğiniz biriyle ya da birileriyle birlikte giderseniz o yer olduğundan çok daha güzel görünecektir gözünüze. Ve yalnız gittiğinizden çok daha mutlu olacaksınızdır. Geriye fotoğraflar kalıyor ya da video kayıtları ama oradaki mutluğunuzu sadece sizinle orada olan sevdikleriniz anlayabiliyor.

Harbiye kesinlikle yeni yerler görmek adına gidilmesi gereken ya da görmeden ölmemek için gidilen bir yer değil ve olmamalı. Orada bilin ki; "suyun huzuru" var. Ve yeşil orada çok daha anlamlı.

Ha bu arada yemek yerken yukarılardan bir yerlerden Farid Farjad çalıyordu ama oraya nasıl gideceğimizi bilemedik. Yalnız özellikle esin kaynağı doğa olan klasik müzik ya da herhangi bir klasik müzik enstrumanı mekâna bambaşka bir manevi boyut da katıyor.

Kendinize iyi bakın.
ö.e Nisan 2009