29 Aralık 2007 Cumartesi

demek ki buymuş!!!



Günlerdir aklımdaydı, bir türlü çıkaramamıştım. Hani insanın diline hiç sevmediği bir şarkı dolanırda ister istemez söyler ya onu; bu da öyle aklıma takılmıştı işte. Günlerdir ne olduğunu bulamamıştım. Sabahları kalktığımda düşünmeyi unuttuğumu düşündüğüm anda yine takılıyordu aklıma. Ama geceleri, özelllikle geceleri ne olduğunu düşünmeden uyuyamaz olmuştum. Gün içinde kafamı dağıtan şeyler olsa da aklımın bi köşesi hep düşünürdü, bunu hissederdim bazen kaçmak isterdim ama kaçmak istedikçe düşünmek daha da çok sarardı beni. Bazen sıkıntı verirdi. Bazen de merak ederdim. Sıkıntı verdiği zamanlar olur olmadık işlerle uğraşırdım hatta kendime yeni hobiler buldum diyebilirim. Ama ne olduğunu merak ettiğimde tüm herşeyden sıyrılıp, bir bilim adamı, bir düşünürmüşcesine elimi sakalımda gezdirip hımm hımmlardım kendi kendime..Bulamazdım tabii. Hatta geçenlerde yine sıkıntı duyduğum bir vakit arkadaşlarımla konuştum. Bütün hissettiklerimi düşündüklerimi anlattım onlara. Kimisi “ben de düşünmüştüm bir zamanlar ama sonra bulamayınca bıraktım” dedi; kimisi “hiç aklıma gelmemişti” dedi; kimisi “aman abi boşver bunları” dedi; kimisi anlamadı; kimisi dinlemedi; kimisi hiçbir şey demedi. Günlerdir aklımdaydı, bir türlü ne olduğunu çözememiştim. Acaba dedim geçmişten gelen bir şey mi, acaba hatırlayamadığım bir şey mi bu demiştim. İyice düşündüm geçmişi mi,unuttuğum bir çok şeyi hatırladım ama bunun ne olduğunu bulamadım. Sonra dedim ki, acaba rüya falan mıydı da yarım yamalak bir şeyler hissediyorum ama ne olduğunu bulamıyorum dedim. Bundan da bir sonuç çıkmadı. Aklıma sürekli cevaplar geliyordu ama hiçbir cevap bunu açıklamıyordu. Ben bunun ne olduğunu düşünürken öyle çok şey düşündüm ve öyle çok şey buldum ki kendi kendime. Belki de işe de yaramıştır bu anlamda. Ama buna rağmen içimdeki sıkıntı yine aynı kalmıştı ve merak gittikçe artıyordu. Bunun ne olduğuyla ilgili, benim aklıma nasıl girdiğiyle ilgili herşeyi düşünüp herşeyi uyguladığımı sandığım bir vakit; hani derler ya “sanki beynimde bir ışık yandı” işte öyle hani “zınk” diye birden bire beliriverdi zihnimde..

28 Aralık 2007 Cuma

Terlemeden Olmuyordu Mutluluk

Ağır koyun yağlarıyla, hazır yiyeceklerle, biber salçalarıyla yapılan yemeklerin kokuları artık gözle görülüyordu. Arnavut taşlı sokak, bu sıcakta sanki susuz kalmış ve çatlamış kuru beton bir vaha gibiydi. İnsanların vücutlarında terlemeyen hiçbir yer kalmamıştı. Islak koltuk altlarını gizlemeye çalışan kadınlar, bağırları açık kıllı erkekler, mendilleriyle terlerini silen yaşlılar, şemsiyeliler, şapkalılar...

Bütün bunların içinde beyaz tenli yeşil gözlü akıllı bir kız o sokağı başından sonuna geçip, bütün o kokulardan kaçabilmesi üzerine kendisiyle iddiaya girmişti.
ein Bild

Sokağın başında döner moleküllerini, üzerine gelirken, iki adım sağa, ayakkabıcıya doğru kayarak atlattı. Sonra ayakkabıcının hemen bitişiğindeki kokoreççiden sefil ve baharatlı koku dönerden daha hızlı gelmeye başladı. Refleksi sayesinde kurtuldu ondan da. Arkasındaki yaşlı teyze kokunun neredeyse yüzde kırkının kollarına, boynuna ve her yerine yapıştığının farkında bile değildi. Genç kız hınzır bir gülümsemeyle teyzeye bakıp adımlarını hızlandırdı. N’ olursa olsun üstüne hiçbir koku değmeden bir kez olsun geçecekti bu sokaktan.

Birkaç gün önce yeni tanıştığı ve hoşlandığı bir çocukla bütün gün sokaklarda gezmişlerdi. En çok da bu sokakta. Sadece yan yana yürümek için ve dış dünyadaki insani duygularının benzerliğini görmek için, bugüne kadar gençliğini oluşturduğu değerlerin güvenirliliğini, kıymetini anlamak ve böylece kendini tanıyıp sevebilmesi için; bir bayan olmanın ne demek olduğunun sözlük anlamından çok hissedilebilen fiziki anlamını (içgüdüsel) öğrenmeye çalışmak için hoşlandığı çocukla geziyordu, bu sokakta! Gün bitmeye yakın gezilmedik sokak kalmamıştı ve vakit zaten biraz daha tensel yakınlaşabilecekleri uygun bir ortam bulma vakti olmuştu. Ve hala dışarıdaydılar. İkisinin de aklında birbirlerine biraz daha yaklaşabilmek vardı ama bunu değil birbirlerine söylemek, kendilerine bile hissettirmiyorlardı.

Ve çok kısa bir süre sonra kendilerini çocuğun evinde dolayısıyla odasında buluverdiler. Dışarıdan; koşuşturmadan, sıcaktan ve gürültüden yalıtılmış bu odada kendi kokularından, kendi bakışlarından ve kendi gözlerinden başka hiç kimsenin hiçbir şeyi yoktu. Odada birbirlerine yaklaşmak ve dokunmak hatta belki öpüşmek için fırsat kolluyorlarken birden olan oldu. Bütün günün kokusu, sokağın üzerlerinde bıraktığı her şey odayı doldurmuştu. Genç kız ilk işte orada görmüştü içinde bütün bir günü ve geçtiği sokakları barındıran kokuyu. Gördü ve burada nefes alamadığını anladığında kendini apartman boşluğuna oradan merdivenlere sorgusuz sualsiz arkasında ne olup bittiğini anlamayan bakışlar bırakarak zor attı. Dışarı çıktığında derin bir nefes aldı. Zihninden yaşayamadıkları hariç bütün günü çıkarmaya uğraşmıştı.


İşte o günden sonra ağır kokulu, kalabalık, dar sokaklara ister istemez öfkelenmişti; öfkesi, o sokaktan üzerine hiç koku değmeden geçmeyi başardığı gün dinecekti. O gün bugündü.

Arkasında kokoreç kokulu teyzeyi bıraktıktan sonra gözlerini dört açmış yürümeye devam ediyordu. Çok ilerden bir rüzgar sokağın sağ yanını süpürerek geliyordu. Sol yanda ise dikkatli olursa sıyrılabileceği bazı kokular oluşmaya başlamıştı ama en büyük tehlike insanlardı. İnsanların konuşmaları olağanüstü bir uğultu oluşturuyordu. Ve genç kıza bakışları onun başını ister istemez öne eğdiği için dikkati dağılıyordu. Başını eğmeden ve kimseye bakmadan kokulara odaklanacak ve yolun sonunda bu işi başardığı için kendine hoşlandığı çocuğun ellerini tutabilmekte gerekli olan özgüveni hediye edecekti.

Sokağın başından topladığı bütün kokular ve seslerle ağır rüzgar kızın sağından geçmeye başlamıştı. Az ilerde bir lokanta ve bir parfümeri vardı. Özellikle onu nefessiz bırakan bu ikisinin birleşiminden oluşandı. En çok onu alt etmek istiyordu çünkü ne zaman insanların içine karışıp bu insanların içinde olmaktan biraz haz etse bu lokanta ve parfüm kokusunun birleşimi ona bu sokağı dar ettiriyordu. Hırsla yürümeye devam etti ve insanları, lokantayı, parfümeriyi ustalıkla geçti. İlerde sokağın köşesindeki tatlıcıyı da geçti mi artık o bu hayatı kendi kendine anlayıp yenebilecek biri olacaktı, bunu zihninde kelimelere dökmese de böyle hissettiği su götürmezdi.

Tatlıcının yanından eğilerek, kıvrılarak, manevra yaparak tam geçiyordu ki; tatlıcının yanındaki mağazadan hoşlandığı çocuk çıkmış onu görmüş ve ona seslenmişti. Dönüp ona bakması belki de onunla beraber tüm yaşayamadıklarını ertelemesine neden olacaktı. Genç kız yaşaması gereken ne varsa; bu sokaktan başarıyla geçtikten sonra yaşayabileceğini, o zaman her şeyin daha temiz ve güzel olacağını biliyordu.

ein Bild

O, kendinde yenilikleri farkına vardığından beri bu yenilikleri yaşayabilmesi için yolun aşktan geçtiğini her nasılsa ne zamansa anlamıştı. Bir kadın olacaktı ve bir insan olarak doğmuştu. Hem hiç kimse gibiydi, çok farklıydı, eşi benzeri yoktu, bir taneydi; hem de herkes gibiydi, sıradandı, normaldi. Bu benzersizlik ve aynılık kavramlarını ancak aşkı tanımakla ayırt edebilirdi tüm yaşamında. Ve aşk onun için –belki de herkes için ya da bazıları için- bu dünyayı döndüren yegane güçtü. Bu güç onda olursa yapamayacağı şey yoktu.

Tatlıcının önünde döndü ve ona baktı. Karşısındaki masum yüzlü insanla ilgili duyguları beyninden tüm vücuduna yayılmaya başladı ve göğsünün ortasına kızgın bir kömür parçası gibi oturduğunda dünyanın dönmesine katkıda bulunduğunu çok küçük bir iç sesle kendine söyledi yine de artık her şey için çok geçti. Sokağa olan nefretini tekrar toparlamalı ve tekrar denemeliydi kendini bulmayı. İstediği olduğunda kendini de kendi elleriyle gerçekleştirmiş olacaktı. Ama artık çok geçti. Tatlıcıdan taze çıkmış halka tatlısının yağlı ve şekerli kokusu çoktan onu sarmalamıştı.

Yapacak bir şey yoktu ve karşısındakinin hiç beklemediği şu sözleri söyledi:

- Tatlı yiyelim mi?

ö.e

25 Aralık 2007 Salı

KANTARA - Kıbrıs'ta bir dağ -

İnsanın kent-doğa ilişkisi :

İnsanoğlunun diğer canlılardan aklı sayesinde sıyrılıp kendine bambaşka, yepyeni bir yaşam oluşturması; günümüzdeki sistemleri gerçekleştirmesiyle sonuçlanmıştır. İnsanın gelişim, sosyalleşme ve toplumlaşma tarihi üzerine bir yığın ciddi kaynak bulabilirsiniz.İnsanın doğayla olan ilişkisi kentler kurulduktan sonra farklı bir hâl aldı. Artık doğa tapılan değil kontrol edilmeye çalışılan bir güç haline geldi. İnsanoğlu bir zamanlar yaşamını sağlayan doğadan kurduğu yeni sistemlerle uzaklaştı. Yine de biyolojik olarak doğaya her zaman muhtaç olan insan, gelişim ve değişimle beraber artık doğaya teşekkür etmeyi, onu korumayı değil onu tüketmeyi ve yok etmeyi yaşamsal bir mücadele olarak gördü. Buna karşıt olarak, gelişen dünyada “Çevrecilik” sözcüğüyle tanımlanan yeni bir fikir doğdu. Ama bu fikir, bu tüketimin farkında olan bir grup insanın doğayı korumak adına erklerin “daha fazla”cı mantığıyla yaptığı projelerin önünde kendilerini kelepçelemelerinden daha büyük kitlesel bir bilince dönüşmedi, doğayı yok eden projeler bir şekilde hayata geçti. Neyse ki doğanın insan yaşamındaki önemi mutlak bir gerçek olduğu için devletler anayasalarına çevreci maddeler koydu. Ama yaptırım gücü “çimlere basmayınız” kadar galiba !? Ya da bir yaptırıma gerek mi var yoksa !?Doğa, kent insanın çocukluktan itibaren aldığı kültür, eğitim ve sevgi bilinciyle yaşar.









Unutulan doğa :



Kentleşmeyle birlikte doğadan kopan insan, kent yaşamının getirdiği hengame sonucu doğayı unutarak yaşamaya başladı. Siyasi, ekonomik, teknolojik, sosyal gelişmeler zaman ilerledikçe insana doğa kültürünü, doğa sevgisini unutturdu. Çocuklar apartman dairelerinde büyüyor, evlerde süslü evcil hayvanlar besleniyor; motorlu araçların sayısı artıyor, deniz yaşamı balık ticaretine dönüşüyor, bilgisayar-televizyon gibi araçlar insanı gökyüzünden bile uzaklaştırıyor gibi insanın doğayı unutmasına dair bir dizi örnek verebiliriz. İnsan doğayı unuttu ve artık bilmiyor da.




Üşenilen doğa :

Doğayı unutmayan şehirliler, çalışmaktan dinlenmekten arta kalan (ki kalırsa) zamanlarında şehrin dışında da bir hayat olduğu gerçeğiyle hayatlarına doğayı da katma gereğini duydular. Ama doğa yaşamına yabancı olan bu bilinçler yine her zaman yaptığı gibi kendini doğaya uydurmak yerine doğayı kendisine uydurup; düzenli, organize edilmiş, nereye gidilip ne yapılacağı artık klişeleşmiş doğa gezileri tertip etmeye başladılar. Jipleriyle doğa mücadelesi yarışmaları yapmaya kadar giden bu insanlarla konuşulduğunda kendilerinin bir doğa tutkunu olduklarını söyleyeceklerdir mutlaka. Evlerinden dışarı çıkıp bu doğa gezilerine bile katılmayan diğer doğa sevgilileri de televizyonlarında sürekli belgesel kanallarının açık olduğu iddia edeceklerdir. Doğayı korumak gerektiğini yüreklerinde yaşayan şehirliler, şehirlerinin etraflarına yapay ormanlar kurma projeleri geliştireceklerdir. Dernekler kurup doğa koruması, doğa sevgisi üzerine çalışmalar yapacaklardır. Cep telefonunuzla belli bir meblağ değerindeki mesajı atarak bir yerlerde bir tane ağaç dikmenize yardımcı olacaklardır. Sizin, üşengeçliğinizi paranızla satın alıp telafi etmenize yardımcı olacaklardır. Doğa sevgisi bu üşengeçlik genlerinin bir sonraki nesle aktarımıyla da tamamen ortadan kalkacaktır.

















Zihnimizdeki doğa özlemi ile gerçekteki doğa :

Şehirler arası otobüs yolculuklarında şehirleşmemiş alanları izleyen insanları izlemek çok keyiflidir. Bir dağ gördüğündeki şaşıran gözleri, bir göl gördüğünde yanındakine “bak bak ne kadar güzel” demesi, ovalar, tarlalar gördüğündeki düşünceli davranışları insanın doğa özlemini, doğa hayranlığını açıkça ortaya koyuyor.Ama aynı insanı o hayran kaldığı ovanın orta yerine bıraksanız o hayranlığı devam eder mi acaba? Hele vakit geç olup hava karardıysa...Şehirleşen insanın hayalinde yaşattığı ve özlediği doğanın her ne kadar çetin olduğu düşünülse de; düşünülenden daha çetindir. Doğanın bu zorluğuna teknolojiden yararlanmadan katlanmayı düşünemez bile insan. Onu, kalın bezden çadırı, çift kat elyaf uyku tulumu, suyu sıcak tutan matarası, ayaklarını ellerini sırtını koruyan giysileri, teçhizat çantası olmadan o uzaktan hayranlıkla baktığı yere koyamazsınız. Şehirli insan için doğa daha çok korunulması gereken bir yerdir. Çünkü o duyu organlarının hassaslığına, bileğinin gücüne, aklının keskinliğine artık güvenemeyecek haldedir.





İnsan-doğa ile insan-ekonomi arasındaki ilişki :






Şehirli insanın doğayla ilişkisini bir sevgili düzeyinde tutması için onu unutmaması gerektiğinden, onun için üşenmemesi gerektiğinden ve kendi için gerekli koşulları ve malzemeleri hazırlaması gerekliliğinden bahsettik. Yaşamını şehirde idame ettiren doğa özlemli insan için ne yazık ki doğa ekonomik olarak pahalı bir hale yine insan eliyle dönüştürülmüş durumda. Doğa gezileri, joging, rafting, kampçılık, dağcılık, mağaracılık, dalgıçlık, bisiklet, deniz sporları, kayak, hatta hiç de günümüz insanına yakışmadığını düşündüğüm avcılık ekonomik olarak şekillenmiş, organize edilmiş, sistematiğe oturtturulmuş. (Doğayı anlamaktan ve hissetmekten çok onunla bir mücadeleye giren bu spor tutkunu insanların aslında doğayı yine kendi içsel savaşları için kullandıklarını da söyleyebiliriz.) Doğada sportif faaliyetlerle varolmanın maliyetinin yanı sıra doğayı ve doğada bulunan canlıları araştırmanın da maliyeti yüksek. Ekonomik olarak yaşamını normal ya da orta seviyenin üstünde yaşayan insanların daha çok doğayla ilişkide olduğu böylece aşikar hale geliyor. Ve doğadan uzaklaşan, yine şehir yaşamının asıl zorluğunu çeken bir çoğunluk oluyor. Şehirlerdeki parklarda, yürüyüş yollarında zayıflamak adına zaman geçiren şehirlilerin doğayla ilişkisi pikniğe ya da köy ziyaretlerine dönüşüyor.
Doğa bir gereklilikten çok hobi haline gelip buna zamanı ve parası olanlar tarafından yaşanıyor.




Kantara












Kantara’ ya iki arabanın zor sığdığı, bir yanının hep uçurum olduğu yılan gibi kıvrılmış bir yoldan arabayla çıktık. Dağ sularının azlığı ve bu suların orada bulunan askeri birlik tarafından kullanıldığını öğrendim. O yüzden çevre de dağdan aşağı akan bir ırmakla karşılaşmadım. Neyse ki orada yapılan dağ evleri için su, elektrik gibi altyapı sorunları çözülmüş. Gittiğimiz ev orada bulunan çoğu ev gibi sadece hafta sonları ya da tatillerde kullanılan bir ev. Evin sahibi ve beni misafir eden Mehmet Abi, ev yapılırken ağaçlara göre yapıldığını ve bir tane bile ağacın zarar görmediğini söyledi. Etrafımız gerçektende çok güzel, çeşitli ve büyüklü küçüklü ağaçlarla çevrilmişti. Kıbrıs’ın doğu sahilini gören yamaç üzerinde durup manzarayı seyretmek insana soyut ama çok güzel bir özgürlük hissi veriyor. Orada geçirdiğim zaman boyunca beni sarmalayan sessizlik, koku ve manzara insanların neden oraya kadar çıkıp evler yaptırdığını açıklamaya yeter. Yalnız beni üzen bir şey vardı ki eminim siz de bana katılacaksınız. Dağa çıkarken yamaçlarda, kenarlarda park etmiş araçlar gördüğümde sebebini sordum ve onların günlerden pazar olması dolayısıyla avcıların arabaları olduğu öğrendim. Kıbrıs’da bir gelenek haline gelen avcılık hafta sonları böyle dağlık yayla yerlerinde babalı oğullu ailecek yapılıyormuş. Genelde keklik avlayan avcılar aslında sadece az da olsa keklik ve diğer kuş türleri olduğu için onları avlamak zorunda kalıyorlarmış. Tavşan, ceylan gibi ender bulunan hayvanları avlayan avcılar kendilerini şanslı ve yetenekli görüyorlarmış. Sadece spor olsun diye, güzel bir gün geçirmek için artık zaten yaşamakta zorlanan bu hayvanları avlamak oradaki insanlar için o kadar normal karşılanan bir şey ki.. Mehmet Abi şöyle güzel bir anekdot anlattı: Bir göç güzergahı olan Kıbrıs’ın üzerinden geçen kuşlar Kıbrıs üzerine gelince daha da yukardan geçerlermiş. Bunun sebebini avlanmaktan korunma amacı olarak açıklıyorlar. Belki de öyledir. Hatta şöyle hicivli bir hikaye de var; bir kekliğin yavrusuna ilk öğrettiği şeylerden biri ,eğer iki kara delik ona doğru bakıyorsa hemen kaçmasıymış. Vakti zamanında Rumların olan bu topraklarda her yerde kilise görmek mümkün. Kimisi müze, çoğu cami ve bir kısmı kullanılmıyor. Orada da kullanılmayan terk edilmiş bir kilise gördüm. Araba yolunun sonu Kantara Kalesine ve çevresindeki çarşıya çıkıyor. Yabancı turistlerinde ilgi gösterdiği bu yer oraya gelenlere sakinliği, temiz havayı, sessizliği oldukça yaşatıyor. Kıbrıs’ın hemen her şehrinde böyle güzellikte yerlerin olduğunu duydum ve hatta Girne’deki Bellapais adlı tepeye de gittim. Bizans ve Osmanlı tarihinden kalıntılar bulabileceğiniz Kıbrıs’ın görülesi yerleri savaş öncesi ve sonrası Türkiye’deki bir çok sarı tabelalı yere göre daha iyi korunmuş diyebilirim.


Kantara’daki sessizliği özlememek mümkün değil.







19 Aralık 2007 Çarşamba

esir inekler ve renkli rezil trenleri

Filaş filllaşş fılaş

- Ünlü manken,model sema kokoşo dün yine petilerde bir pubda ex muhabbeti olan yakışıklı playmate ile kameralarımıza yakalandı... -

o esnada; kalıcı kilo yapıcı çekirdekleri ellerinde iki kız arkadaş dakikada 4,en fazla 5 kere göz kırpmak suretiyle televizyona bakıyorlardı.

-kız gördün mü bak ben sana söylemiştim...

-ya o benim aşkımdan uzak dursun zaten.( benim aşkım dediği bir popçu bu arada)

fıılllaşşş

işte yine telesobede,televizyon ekranlarında ilk...

ünlü türkücüyü hiç böyle görmediniz...Filo’yu yatında böyle yakaladık,şöyle yakaladık..falan filan...

o esnada; bir aile,ailecek yapacak başka bir şey olmadığından mıdır,en iyisinin bu olduğuna karar verdiklerinden midir bilinmez televizyon karşısındalardır...

-hanım çay koy hele...

(gözü televizyonda çay koyabilirler bizim türk kadınları bu arada)

-“baba” der evin 15 yaşındaki oğlu ,"kanalı değiştirek mi" şeklindeki cümlesini enfes bitirir ama cevap şudur:

-sen derslerini bitirdin mi lan? gibi sonunda da vurucu ünlem etkisi yapan mukaddes "Lan" kelimesiyle de cümle ağızları susturan baba, Filo'nun kıllarla kaplı göbeğini izlemenin ders çalışma ile aynı oranda etki yapacağını düşünmüş olmalı ki; ya ders ya bu tarzıyla zaten hiç ders çalışmamış olan oğlunu faka bastırmıştır...

televizyona kitli durumda yaklaşık 15 dakka birrr ikiii üçççç TIP! oynayan ailede tıp'ı yine baba üstüne oturduğu ayağını diğer ayağıyla değiştirmesiyle bozar...Sonra bir reklam girer ve aile hazırol vaziyetinden rahat vaziyete geçerler...

flllasss,fıllllöööş,fluuus

Annesi bulundu mu? daaannnn...Babası nerde? tzannnnnn aileler kavuşacak,gözyaşları susmayacak..(konuşuyo ya gözyaşları!?!)

reklamlardan sonra sibel boztaşla "aileler kavuşuyor mu yoksa"da....

o esnada:iki sevgili oturmaktadırlar...kızın fazla vakti yoktur zaten oğlanın da acelesi vardır...

kız o bilindik "ya üff bi dur yaa" gibi anlamsız bir itiş kakışla gözlerini televizyondan ayırıp da çocuğun gözlerinin içine bakıp da ne demek istiyorsa olumlu ya da olumsuz...demez....çocukda da sanki kızın televizyon izlemesinden istifade ediyomuş gibi bir hal vardır zaten... velhasılı,çocuk tam boyun hizasından çalışmalara başlamıştı ki kız "ayy geç kaldım geç,zaten benim dizi başlayacak,izle tamam mı aşkım" diyerek ivedi bir biçimde kendini dışarı atar..Ne olduğunu anlamayan eleman ,ve kızın hala orada olduğunu zanneden elemanın şeyi öylece televizyona anlamsız bir şekilde bakakalırlar...evet evet ikisi birden ....

- zaplamlardan, riklamlardan sonra yine beraberiz sevkülü seyirciler. Allah sizi başımızdan eksik etmesin. -

“Berla Baydurla resim-iş-ev ekonomisi” programı birazdan,az sonra,hatta aha şimdi...”

ama önce bir reklam !

“lütfen izin verin yaw,sadece bi reklam,tek reklam,yaw tamam biliyorum reklamlar bitmişti ama bi reklamdan nolcak..”

saat, gün içinde ilerlemekten yorgun düşmüş ama ahçilar, terziler, sunucular, konuklar, alkışlar tam gaz devam ederken çizgi filmin ne olduğunu bilmeyen 6 yaşındaki çocuk televizyona kitlenmiş ve böylece tüm ailede “aman ne de uslu,ne de akıllı” şeklindeki övgülere bebekliğinden beri layık bulunagelmiştir.

-tilivizyon-

(üzerine orada kesip biçtiği rengarenk kumaşları donatan eskiden tiyatrocu şimdi sunucu olan berla baydur, sürekli konuşma rekorunu kırdı kıracaktı. Ortamda bir yandan yemek pişiyor, bir yandan bişiler dikiliyor, bir yandan biri şarkı söylerken diğer yandan sürekli konuşuluyordu)

Annesi hiç de dağınık ve kirli olmayan ortalığı düzeltip temizlerken çocuk salonun ortasında, halının ortasında öylece oturmuş öylece televizyona bakıyordu.

Çok usluydu maşşallah,tuuu tuu tu tu ,çok akıllı çok ...

10 Kasım 2007 Cumartesi

en sonunda youtuba da girdik.

ben bu globalleşmenin var ya...
hayır yetişemiyo insan. Bi bakıyosun elemanın biri bi site yapıyo,ünleniyo site direk google,yahoo falan talip oluyo milyar dolarlar havada uçuşuyo..Nooldu?soruyosun elemana.işte diyo bi kaç arkadaşımla beraber böyle bi site yapmayı düşündük,evde yaptık sonra bi baktık çok beğenildi falan,sattık googıla.Salağın kendinin de haberi yok ne yaptığından.
ama yine de saolsun gençler böyle bişeye vesile oldukları için.Şimdi açıyosun mesela youtubu,yazıyosun bişiler izliyosun..Bi baktım herkeste bi "çekelim youtuba koyalım","olm var ya bittin sen,senin bu görüntülerin yarın youtubda","dünyaya rezil etçem olm sizi" gibi laflar türedi.Biz de saf saf açıyoz izliyoz. Gerçi konserler,canlı performanslar,kamera şakaları(çok seviyom ben),işte canlı yayında aksaklıklar falan(çok gülüyom yaw bunlara)...Sonra tabi gelişti büyüdü site,arkadaşlar kendilerini çekiyo koyuya oraya,yıllardır görmediğin arkadaşın lak diye karşında kanlı canlı.youtub sevap gibi bişi yani.
e dedim bende bizim arkadaşa ,yaw dedim sen çekiyosun bi sürü şey,montajlıyosun da(arka fona müzik ayaa falan),koyalım lan youtuba falan dedim.yine bu deli,abarttı aştı kendini .Mesela youtubu aç,yaz oraya "delidrama" diye.bak nası filinta gibi,cillop gibi videolar izliycen..hatta dur sen yorulma ben link veririm.aa ne demek,lütfen,elime mi yapışır...


http://www.youtube.com/watch?v=gdAoJ-d6F9Y Erkanın kısa filmi "kap"
http://www.youtube.com/watch?v=IrqJX8f_vnU bizim müzik grubunun studyo provası.Eline sağlık Erkan'ım...
http://www.youtube.com/watch?v=0VFtDqk8avs Bu komik bişi. eğlencesine yapılmış da olsa bunu da bence Erkan'ın kısa filmleri içine almalıyız..
http://www.youtube.com/watch?v=by0l0dDnvyE Bu benim.Kanlı canlı..Mersin Sun Tv'den ...
http://www.youtube.com/watch?v=PG6R_l85WUQ Kapı önü üniversitesi
http://www.youtube.com/watch?v=QGsPGUrWavs Kapı önü üniversitesi 2

Neyse daha nice youtube videosu var .ben hangibirini yaziim buraya.arayın bulun kardeşim.alla alla ,sinirlendirmeyin adamı...

sitelere gir hadi,hadi profil oluştur.

sanırım gayet.net ile başladı bu benim profil yolculuğum. Ama ondan önce asıl ilk profilim hotmail'in space'i yok mu,odur bence..neyse hacım,böyle başladı bu profil oluşturma olayı.Şimdi mesela ben en çok www.myspace.com/erogluozdas adresli profilimi seviyorum.Herkesin sevdiği sevmediği profili vardır,di mi?yaw,bu site benim müzüsyen kişiliğimi ortaya çıkaran bi site,nasıl sevilmez.. Bu, profil oluşturmaya başladığımız dönemde bi arkadaşım "azbuz" diye bi site yer veriyomuş ,hadi site yapalım dediydi.bi baktım http://www.delidrama.azbuz.com/ diye bi sitemsi bi profil yapmış kendine.işte yazıyo,şurda doğdum,şurda kakamı yaptım,burda büyüdüm,yazdım,çizdim,kıldım,tüydüm.neyse balım,aslında bu profil mevzusu bizim bir türlü php'ydi,java'ydı,dhtml'ydi falan öğrenemeyip ve bunun üstüne bilmem kaç dolar yatırıp şöyle adımıza,şanımıza uygun dat com'lar,'.org','.net' gibi sağlam yerler alamayışımızdandır.Bir gün olur inşallah,ne biliim. Neyse kanji,sonra gittim http://www.ozx.azbuz.com/ diye bi profil de yaptım mı?oohh canıma deysin.. böyle edebiyatçı kişiliğimi ön plana çıkartan bi site falan.Zaten nedense bi profil oluşturunca hemen yok yazı yaziim,yok beste yaptım onu koyiim,ne biliim işte ıvır zıvır,şu film güzel,bu kitabı okuyun gibi kendi kendine sanat manat işleri oldu hep.Gerçi hep aynı şeyler ,ondan kopyalıyom ona yapıştırıyom,öbüründen öbürüne... sonra yine bi akşam oturuyodum bilgisayarın karşısında,çet çart curt işleri işte,bilirsiniz..Bu benim profil ve site tutkunu arkadaş lööp diye bi link verdi. http://www.erkanuzdur.tr.gg/ "Hacı" dedi "süper olm bak yaptım siteyi ama daha geliştiricem" ayakları falan.Gerçi güzel de oldu sitesi,harbi geliştirdi, kendini aştı o sitede hemde ne aştı gitti temalı memalı bi site daha yaptı. http://www.dramasal.tr.gg/ ,çocuklar için yaptı zaar,seviyo işte çocukları. Neyse tabii ben durur muyum,hoop gittim hemen http://www.ozdaseroglu.tr.gg/ diye yine edebiyat dolu,yine sanattı boktu püsürdü falan doldurdum bişiler içine.Ama Allah var o profil gibi olmadı harbi harbi site gibi bi site yani.Ama yaz,resim koy,şarkı koy nereye kadar arkadaş demezlermi adama.Niye yapıyosun lan sen bunları dese biri. Neyse efenim,yazdık işte oraya da ilginç ilginç sanki kimsenin aklına gelmiyomuş böyle şeyler gibi şeyler..hatta yine o kendini profillere adamış tutkun kişi yine bir gün,"hacı" dedi. bende o böyle "hacııı" falan diyince aha derim yine bişi buldu bu falan derim kendi kendime,meraklandım " nedir hocam" dedim. dedi "pafil". o ne dedim. "Senin bu myspace yok mu" dedi. "var" dedim. işte dedi onun türkçesi bu.Müzisyen profil sitesi,ben yaptım dedi. http://www.pafil.com/view_profile.aspx?profile=delidrama ,baktım cıvıl cıvıl,renkli mi renkli bi site. anında oraya da bi profil. http://www.pafil.com/view_profile.aspx?profile=ozdaseroglu .gerçi pek tutmadım sonra bu pafil'i.çok popçu var,popçular dışarı diyen bi allahın rakçısı da yok.neyse efenim ha bi fazla ha bi eksik dursun o da dedim.
Eşe dosta veriyoz işte site yaptık bakarsın diye.Biriyle tanışıyorum mesela hemen bi kağıda bu sitelerden güvendiklerimi yazıyom veriyom adama falan.İşte mesela sohbet ediyoruz arkadaşlarla,diyorum ben bunula ilgili bi yazı yazmıştım da şu şu şu adresteki siteme koymuştum falan.Böyle inceden hava atmalar..ismini unuttuğum profilim de var ayrıca ,ismini adresini unuttuğum için yazamadım buraya.yani bu derece işte..Neyse cano,işte profil oluşturma böyle bişi.hadi öptüm,görüşürüz...