İnsanın kent-doğa ilişkisi :
Unutulan doğa :
Kentleşmeyle birlikte doğadan kopan insan, kent yaşamının getirdiği hengame sonucu doğayı unutarak yaşamaya başladı. Siyasi, ekonomik, teknolojik, sosyal gelişmeler zaman ilerledikçe insana doğa kültürünü, doğa sevgisini unutturdu. Çocuklar apartman dairelerinde büyüyor, evlerde süslü evcil hayvanlar besleniyor; motorlu araçların sayısı artıyor, deniz yaşamı balık ticaretine dönüşüyor, bilgisayar-televizyon gibi araçlar insanı gökyüzünden bile uzaklaştırıyor gibi insanın doğayı unutmasına dair bir dizi örnek verebiliriz. İnsan doğayı unuttu ve artık bilmiyor da.
Üşenilen doğa :
Doğayı unutmayan şehirliler, çalışmaktan dinlenmekten arta kalan (ki kalırsa) zamanlarında şehrin dışında da bir hayat olduğu gerçeğiyle hayatlarına doğayı da katma gereğini duydular. Ama doğa yaşamına yabancı olan bu bilinçler yine her zaman yaptığı gibi kendini doğaya uydurmak yerine doğayı kendisine uydurup; düzenli, organize edilmiş, nereye gidilip ne yapılacağı artık klişeleşmiş doğa gezileri tertip etmeye başladılar. Jipleriyle doğa mücadelesi yarışmaları yapmaya kadar giden bu insanlarla konuşulduğunda kendilerinin bir doğa tutkunu olduklarını söyleyeceklerdir mutlaka. Evlerinden dışarı çıkıp bu doğa gezilerine bile katılmayan diğer doğa sevgilileri de televizyonlarında sürekli belgesel kanallarının açık olduğu iddia edeceklerdir. Doğayı korumak gerektiğini yüreklerinde yaşayan şehirliler, şehirlerinin etraflarına yapay ormanlar kurma projeleri geliştireceklerdir. Dernekler kurup doğa koruması, doğa sevgisi üzerine çalışmalar yapacaklardır. Cep telefonunuzla belli bir meblağ değerindeki mesajı atarak bir yerlerde bir tane ağaç dikmenize yardımcı olacaklardır. Sizin, üşengeçliğinizi paranızla satın alıp telafi etmenize yardımcı olacaklardır. Doğa sevgisi bu üşengeçlik genlerinin bir sonraki nesle aktarımıyla da tamamen ortadan kalkacaktır.
Zihnimizdeki doğa özlemi ile gerçekteki doğa :
Şehirler arası otobüs yolculuklarında şehirleşmemiş alanları izleyen insanları izlemek çok keyiflidir. Bir dağ gördüğündeki şaşıran gözleri, bir göl gördüğünde yanındakine “bak bak ne kadar güzel” demesi, ovalar, tarlalar gördüğündeki düşünceli davranışları insanın doğa özlemini, doğa hayranlığını açıkça ortaya koyuyor.Ama aynı insanı o hayran kaldığı ovanın orta yerine bıraksanız o hayranlığı devam eder mi acaba? Hele vakit geç olup hava karardıysa...Şehirleşen insanın hayalinde yaşattığı ve özlediği doğanın her ne kadar çetin olduğu düşünülse de; düşünülenden daha çetindir. Doğanın bu zorluğuna teknolojiden yararlanmadan katlanmayı düşünemez bile insan. Onu, kalın bezden çadırı, çift kat elyaf uyku tulumu, suyu sıcak tutan matarası, ayaklarını ellerini sırtını koruyan giysileri, teçhizat çantası olmadan o uzaktan hayranlıkla baktığı yere koyamazsınız. Şehirli insan için doğa daha çok korunulması gereken bir yerdir. Çünkü o duyu organlarının hassaslığına, bileğinin gücüne, aklının keskinliğine artık güvenemeyecek haldedir.
İnsan-doğa ile insan-ekonomi arasındaki ilişki :
Şehirli insanın doğayla ilişkisini bir sevgili düzeyinde tutması için onu unutmaması gerektiğinden, onun için üşenmemesi gerektiğinden ve kendi için gerekli koşulları ve malzemeleri hazırlaması gerekliliğinden bahsettik. Yaşamını şehirde idame ettiren doğa özlemli insan için ne yazık ki doğa ekonomik olarak pahalı bir hale yine insan eliyle dönüştürülmüş durumda. Doğa gezileri, joging, rafting, kampçılık, dağcılık, mağaracılık, dalgıçlık, bisiklet, deniz sporları, kayak, hatta hiç de günümüz insanına yakışmadığını düşündüğüm avcılık ekonomik olarak şekillenmiş, organize edilmiş, sistematiğe oturtturulmuş. (Doğayı anlamaktan ve hissetmekten çok onunla bir mücadeleye giren bu spor tutkunu insanların aslında doğayı yine kendi içsel savaşları için kullandıklarını da söyleyebiliriz.) Doğada sportif faaliyetlerle varolmanın maliyetinin yanı sıra doğayı ve doğada bulunan canlıları araştırmanın da maliyeti yüksek. Ekonomik olarak yaşamını normal ya da orta seviyenin üstünde yaşayan insanların daha çok doğayla ilişkide olduğu böylece aşikar hale geliyor. Ve doğadan uzaklaşan, yine şehir yaşamının asıl zorluğunu çeken bir çoğunluk oluyor. Şehirlerdeki parklarda, yürüyüş yollarında zayıflamak adına zaman geçiren şehirlilerin doğayla ilişkisi pikniğe ya da köy ziyaretlerine dönüşüyor.
Doğa bir gereklilikten çok hobi haline gelip buna zamanı ve parası olanlar tarafından yaşanıyor.
Kantara
Kantara’ ya iki arabanın zor sığdığı, bir yanının hep uçurum olduğu yılan gibi kıvrılmış bir yoldan arabayla çıktık. Dağ sularının azlığı ve bu suların orada bulunan askeri birlik tarafından kullanıldığını öğrendim. O yüzden çevre de dağdan aşağı akan bir ırmakla karşılaşmadım. Neyse ki orada yapılan dağ evleri için su, elektrik gibi altyapı sorunları çözülmüş. Gittiğimiz ev orada bulunan çoğu ev gibi sadece hafta sonları ya da tatillerde kullanılan bir ev. Evin sahibi ve beni misafir eden Mehmet Abi, ev yapılırken ağaçlara göre yapıldığını ve bir tane bile ağacın zarar görmediğini söyledi. Etrafımız gerçektende çok güzel, çeşitli ve büyüklü küçüklü ağaçlarla çevrilmişti. Kıbrıs’ın doğu sahilini gören yamaç üzerinde durup manzarayı seyretmek insana soyut ama çok güzel bir özgürlük hissi veriyor. Orada geçirdiğim zaman boyunca beni sarmalayan sessizlik, koku ve manzara insanların neden oraya kadar çıkıp evler yaptırdığını açıklamaya yeter. Yalnız beni üzen bir şey vardı ki eminim siz de bana katılacaksınız. Dağa çıkarken yamaçlarda, kenarlarda park etmiş araçlar gördüğümde sebebini sordum ve onların günlerden pazar olması dolayısıyla avcıların arabaları olduğu öğrendim. Kıbrıs’da bir gelenek haline gelen avcılık hafta sonları böyle dağlık yayla yerlerinde babalı oğullu ailecek yapılıyormuş. Genelde keklik avlayan avcılar aslında sadece az da olsa keklik ve diğer kuş türleri olduğu için onları avlamak zorunda kalıyorlarmış. Tavşan, ceylan gibi ender bulunan hayvanları avlayan avcılar kendilerini şanslı ve yetenekli görüyorlarmış. Sadece spor olsun diye, güzel bir gün geçirmek için artık zaten yaşamakta zorlanan bu hayvanları avlamak oradaki insanlar için o kadar normal karşılanan bir şey ki.. Mehmet Abi şöyle güzel bir anekdot anlattı: Bir göç güzergahı olan Kıbrıs’ın üzerinden geçen kuşlar Kıbrıs üzerine gelince daha da yukardan geçerlermiş. Bunun sebebini avlanmaktan korunma amacı olarak açıklıyorlar. Belki de öyledir. Hatta şöyle hicivli bir hikaye de var; bir kekliğin yavrusuna ilk öğrettiği şeylerden biri ,eğer iki kara delik ona doğru bakıyorsa hemen kaçmasıymış. Vakti zamanında Rumların olan bu topraklarda her yerde kilise görmek mümkün. Kimisi müze, çoğu cami ve bir kısmı kullanılmıyor. Orada da kullanılmayan terk edilmiş bir kilise gördüm. Araba yolunun sonu Kantara Kalesine ve çevresindeki çarşıya çıkıyor. Yabancı turistlerinde ilgi gösterdiği bu yer oraya gelenlere sakinliği, temiz havayı, sessizliği oldukça yaşatıyor. Kıbrıs’ın hemen her şehrinde böyle güzellikte yerlerin olduğunu duydum ve hatta Girne’deki Bellapais adlı tepeye de gittim. Bizans ve Osmanlı tarihinden kalıntılar bulabileceğiniz Kıbrıs’ın görülesi yerleri savaş öncesi ve sonrası Türkiye’deki bir çok sarı tabelalı yere göre daha iyi korunmuş diyebilirim.
Kantara’daki sessizliği özlememek mümkün değil.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder