12 Ocak 2009 Pazartesi

...sandalye...

"Aslında yazasım var" diye geçirdi içinden. Parmaklarıyla çevirdiği kalemin tutamadığı zamanlarda yazan kısmının kirlettiği sayfaya bakıp zihninde var olan onlarca düşünceyi toparlamaya çalıştı. Elinde kalemi zıplatmaya devam ediyordu ve sayfa da nokta nokta kirlenmeye.
Oturduğu sandalyenin ona rahatlık verdiğini varsayıp sandalyeye iyice kuruldu ve rahatlığını teyid etti. Bu büro sandalyelerini ilk ândan beri hep sevmişti. Önceleri pahalı bulmuştu ama gittiği yerlerde oturup bu sandalyede neler yazabileceğini hâyâl edince paraya kıyıp mavi bir büro sandalyesi almıştı.
Bu o sandalyeydi işte. Otobüse binerken utana sıkıla eve kadar taşıdığı; eve getirirken sokakta aslında taşımaktan çok sürmek istediği ama çocukça bir hareket yapıp onu görenler tarafından garipsenmekten çekindiği için zorakî taşıdığı sandalye. Eve getirir getirmez bir oyuncak almanın heyecanıyla hemen oturup 'dön dön' oynadığı; odadan odaya geri geri oturup sürdüğü, keyifli dakikalar geçirdiği sandalye.


"Aman" diye bağırdı içinden. İşte sorunu buydu. Bir sandalyeyi bile bu kadar çok düşünmesiydi. Belki de ona yazdıran da buydu. Ama yazamıyordu ki! Uzun zamandır bekliyor, düşünüyor, toparlıyordu. Zihninden o kadar çok satır yazardı ki. Hatta kendi yazdığı bu satırları kendi hallerine bırakıp okumaya başlardı. Ama bu ânı o kadar çok severdi ki kaleme sayfalara taşımaktansa yaşamayı tercih ederdi. Ve böylece bu yaşadığı ve ürettiği ânı kimseye anlatamazdı.

Hiç yorum yok: